Pazar

Bir sempozyumdan kalanlar ve hep varolanlar

Sanat Haberleri’nde ve Galeri’de [Sitenin değişik bölümleri] okumuşsunuzdur. Yunanistan’da Samotraki adasında bir sempozyuma katıldım geçtiğimiz haftalarda: 2. İnterbalkan Görsel Sanatlar Sempozyumu. Çok özel nitelikleri olan bir adaydı ve hiç unutamayacağım deneyimlerin nedeni oldu.

Sempozyum’a tüm Balkan ülkelerinin plastik sanatlar dernekleri tarafından, uğraşsanız bir araya getiremeyeceğiniz farklılıkta sanatçıları seçilmişti. Bir hafta önce dibine düşen NATO bombaları yüzünden üç kalp krizi geçiren Belgrad’lı sanatçıdan, Bükreş’in ancak yarattığı zaman içkiyi elinden bırakan, içindeki isyankar sokak çocuğunu ise hiç öldüremeyen her daim aşık sanatçılarına...
Sofya’nın, ülkenin yakın tarihte içinden geçtiği her döneminde “devlet sanatçısı” olduğundan kuşkulandığım, kendini günlerce otel odasına kilitleyip çok hüzünlü bir yalnızlıktan tılsımlı resimler çıkardığını görünce de bu düşüncemden utandığım sanatçılarından, Üsküp’ün gözboyayıcı bir ajans grafikerinin usta sığlığına sahip sanatçılarına...

Hiç kimse geldiği gibi ayrılmadı adadan. Kimileri ayrılamadı, ayrılmak istemedi de... Çoğu kimse, baştan öngördüğü biçimde yaratamadı. Ama hiç kimse, kimileri çok özel olan sanat nesnelerini yaratmadan duramadı...

Milliyetçiliğin, tutuculuğun, dindarlığın, ahlakçılığın, –pek ülkemizde sık görülmediği biçimde- bir dizi Balkan sanatçısı için savunulan, taşınan, uğruna savaşılan nitelikler olduğunu gördüm. Şaşırdım. Sempozyum’da çoğu, bir ulusal devletin temsilcisi ve eski, unutulan değerlerin savunucusu kesildiğinde, “hiçbir ulusal devletin temsilcisi olmadığımı, bir sivil toplum meslek örgütünün seçimiyle oraya gelen ve sadece kendi yaratımını gönüllülüğü ile sunacak olan özgür bir sanatçı olduğumu” söylemek ihtiyacını hissettim, söyledim. Ada’nın mübadelede yollanan Yunanistan Türklerinden kalan “sahipsiz”liğinın duygusu, aynı mübadelede zorla yolladığımız Anadolu Rumlarından kalan köylerimizin “sahipsizliği”ninki gibi çok kırıktı. (Fethiye, Kayaköy’ün onlarca yıldır süren çığlığını hiç duydunuz mu?) Mutfağı, alışkanlıkları, günlük dil ortaklıkları, müziği, insanlarının edası ile kendimi hiç yabancı hissetmediğim bir toprakta “aitlik” duygusunu yaşayabildim. Edindiğim Yunan dostların, ülkemde bunu yaşadıklarını öğrendim, ilk kez gelecek olanların yaşayacaklarına eminim.

Sınırları, bayrakları, marşları, savaşları ve nedenlerini dolu dolu düşündüm.

Kadınların, benliklerini ve bedenlerini, ülkemdekilerden çok daha özgür ve güvenli taşımalarına imrendim.

Çoğu erkeğin tembelliği ve bencilliğine, az sayıdaki erkeğin de yürek açıklığı ve çalışkanlığına tanıdık tanıdık gülümsedim.

Hemen hiç polis ve asker görmedim. Yoksun kalmış bir alışkanlıkla arandım, yine bulamadım.

Birkaç polisin, aralıklarla İstanbul’lu sanatçılar hakkında Yunan arkadaşlarımıza sorular sorduğunu kendilerinden öğrendim. Hiç garipsemedim.

Yüzerken uzun uzun Gökçeada’ya baktım.


Sanatçılara bakar, onları izler, tanırken, yaratımda “samimi”liğin benim için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım.
Kişisel nitelikleri, günü yaşama halleri birbirinden çok farklı olan ve gün içinde çoğu, sanatçı kimliği konusunda asla ipucu vermeyen insanların, atölyeye girince yaşadığı değişim, odaklanma ve yoğunlaşma halleri, ışımaları, çabalamayı ve emeği severlikleri, büyüyen merakları ve tüm bu niteliklerin işlerine yansıyan samimiliği...


Türkiye’de bazı sanatçıların yaratımını sadece “samimi” bulamadığım için uzaktan izlerim. Üstelik bu bazı sanatçıların çoğu benimle aynı düzlemde, çağdaş sanatın izleyiciyi yeniden üretime, etkin bir konuma çağıran zemininde varolur. Düşüncenin, buluşun, keşfin, zeka kıvraklığının, akan hayatla kavramsal ya da yalın ve sıcak temasın, çağdaş sanata tadını veren niteliği, zaman zaman sığ bir kolaycılığın seçilmiş yöntemleri ve samimilik kaybının nedeni de olabiliyor. Özgünlük ve nitelik arayışının “kendiliğinden” bir sanatçı edimi olmaktan yaygın olarak çıktığı gelenekçi yaratımda ise, gerçek sanatın hiçbir zaman eksileceğini düşünmediğim “samimi büyüsü”nün izlerine rastlamak beni şaşırtmıyor.
Nitelik yüksekliğinin, özgünlüğün olduğu kadar sanat nesnesinden/ediminden yayılan samimilik duygusunun da güçlü sanatın özelliklerinden olduğunu düşünüyorum.

Bunu fazlasıyla Samotraki’de buldum.


Biz çalışırken yanımıza gelen neredeyse her çocuğun ve yetişkinin bir yerinden boyaya, kağıda, tuvale, fırçaya, çamura, alçıya bulaşma isteği ve bunun için kalkışmaktan kendini
alıkoymamasını sağlayan şeyin, bu ortak niteliğin yaydığı cazibe olduğunu düşünüyorum.

Hiç yorum yok: