Pazar

Kekeme okurları ve aynı perşembe!

“Bir perşembe günü ve kentimden iki ‘manzara’” başlıklı bir önceki yazı, “kekeme” okurlarının çok ilgisini çekti. Yayınlanan bir yazıma dair, uzundur bu kadar elektronik posta almamıştım... Sağolun.

New York’tan bir ressam,
“yazıyı okudum çok keyifle güldüm durdum. Senin salonda ayağa kalkıp çay getir götür komedisini dile getirişini gözümün önüne getirdim. Ayrıca Beyoğlu’nda tekrar gezdirdin beni. Işığı, batan güneşi, parlayan tramvay raylarını gördüm. Temizleyici kadını da hararetle hiç tanımasam da düşündüm,” derken, İstanbul’dan bir şair itiraz ediyordu: “Temizlikçi kadının hoş bir öyküsel gerilimi vardı. Fakat sergi izlenimi aktarmaya kalkıştığında temizlikçi kadın da güme gitmiş. Ya sergi izlenimi anlat, ya da temizlikçi kadını bu işlere bulaştırma...”

Bir masal yazarı,
“bu saatte bilmem hala kaldı mi sabun kokusu? Ben neme lazım tüten kadın olarak tütün kokulu bir odadan yazıyorum sana. Keyifle okuyorum kekelemeleri. Biriktirerek tabii. İyi ki posta kutumu kullanmışsın da manzaralar çabucacık giriverdi gözüme gözüme... Sigarayı uçuça içer gibi bambaşka zamanları ekledim, tuhaf bir kolye oldu...” derken, geçen yıl bir sanat fakültesinde akademisyenliği bırakan okurum, sözkonusu kekeme’yi kendi arkadaşlarına şu sözlerle yolladığından haberdar ediyordu beni:

“...beni bundan bir yıl önce yaşadığım, artık benden uzak, bir başka gerçekliğe götürdü... ya da her neyse... :))
yazının ilk kısmı çok güzel... istanbul’da yaşadığım zamanlar ben de yaşadığım laz mahallesinden ve para peşinde koşan akademisyenlerden bıktığımda kendimi nişantaşı’na atardım... orada aylak aylak dolaşıp gelen geçen insanlara bakardım... kim naapıyo diye değil... bak nasıl para harcıyo namussuzlar diye de değil. :))) daha çok onların rahat ve tasasız iyiliklerini, neşelerini içime çekmek için...içim doldu, temizlikçi kadının gülümseyen bakışını gözümde canlandırınca... onun huzurunu hissettim bir an içimde...

sonra yazının ikinci bölümünü açtım... marmara üniversitesi... evet... çok değişti orası... canlandı... gene de konu eğitimden açılınca bir arkadaşımın lafı aklıma geliyor... ister istemez:

‘mimar sinan’da her şeyi bildiklerini sanıyorlar ama hiçbir şey bilmiyorlar... marmara’da hiç değilse hiçbir şey bilmediklerini biliyorlar...’

o okulların öğrencileri nefret doludur, mezunları nefret doludur... bu nefreti odtü’lüler, bilkent’liler anlayamaz... kıstırılmışlık ve kin oradan geçen insanların peşini bırakmaz... kinimi ve nefretimi hatırladım bir an... belki de o yüzden böyle bir ket çektim o hayatıma...”


Bu yazıyı okuduğumda, sevgili arkadaşım sanatçı Emre Zeytinoğlu’nun, daha önceki bir Kekeme’ye yolladığı uzunca mesajı yayınlamanın zamanı geldiğini düşündüm:

“Yazıda şuna benzer bir düşünce var: MSÜ'nün eğitim ‘sulta’sının MÜ ve Bilkent tarafından değiştirildiği... Yani, ben öyle anladım. Buna bir itirazım var. Ancak yanlış anlaşılmasın; burada kendi kurumumu (MSÜ) kahramanca savunacak filan değilim. Zaten buna ne olanak ne de gerek var. Çünkü kurumlar arasında köklü eğitim politikalarından oluşan bir farklılık (bence) yok. Keşke senin dediğin gibi olabilseydi. Düşünsene; ‘değişim’in sonuçları gibi algılanan Genç Etkinlik ve Performans Günleri organizasyonları, en az diğerleri kadar MSÜ'lülerce de desteklendi. Örneğin; Ali Akay (MSÜ) Genç Etkinlik organizasyonlarını kendi konseptleriyle yönlendirdi, katalog yazılarını kaleme aldı. Gazete, dergi ve televizyon kanallarında tanıtımını yaptı. Ben (MSÜ) bir katalog yazısı ve çok sayıda gazete-dergide eleştiriler yazdım. Performans Günleri ve Genç Etkinlik panellerinde Ali ile birlikte yer aldık. Ayrıca Performans Günleri panellerinden birinde Aykut Köksal (MSÜ) ile konuştuk. Canan Beykal (MSÜ-MÜ) Genç Etkinlik projelerini desteklemeyi birincil iş edinmişti, vs. Bunun örnekleri çoğaltılabilir. Ama elbette diğer yandan da, yine MSÜ'de bu organizasyonlar aşağılanıp duruyordu (hâlâ da aynı çelişki sürüyor). Bir de bu organizasyonları gerçekleştirmek için, teknik sorunları çözmeye uğraşan MSÜ-MÜ ekibi var. Şimdi buradan şunu çıkartıyorum: Adı geçen her kurumda bunları destekleyen, köstekleyen ‘kafa sayısı’ eşittir. Kurumlar arasındaki eğitim anlayış farkları yalnızca oradaki kimi insanların çabalarıyla gündeme gelir ve gider (buna en çarpıcı örneği Bilkent oluşturuyor aslında). Büyütülecek bir şey yok ortada. Bu yüzden sonuçta şunu söyleyeceğim: Kimi genellemeler (ya da gruplamalar diyelim) yapmanın olanağı yoktur. Yukarda ‘keşke öyle olsaydı’ dedim. Aslında bu bize yargı ya da yorumlarda büyük kolaylık sağlardı ama, şimdiki karışık durumun varlığından daha hoşnut olduğumu da itiraf edeyim. En azından taşlaşmış bir sistemle uğraşmak zorunda kalmıyoruz; üflesen yıkılıyor...

...bir kez daha vurgulamak (ya da anımsatmak) istiyorum: Türkiye'de sanata icazet verebilecek, yorumları ve eğilimleri ile sanat ortamını etkileyebilecek kurumların olduğunu söyleyemeyiz; böyle bir şey yok. Ama belki 70'li yılların ortalarına kadar bu bir anlamda mümkün olabiliyordu. Şimdi ise, kurum kimliklerinin parçalandığını ve kimliklerin, orada bulunan kişilerin ‘bakış’ları ile gündeme geldiğini teşhis edebiliyorum. Eğer MSÜ böyle bir parçalanmışlık gösteriyorsa, diğer adı geçen kurumlar da gösteriyor. Sözgelimi Bilkent bence (ki, bu yüzden iyi bir örnek olduğunu belirtmiştim); bugün önceki yıllardan daha ayrı bir karakter sergiliyor. Erdağ Aksel, Hüseyin Bahri Alptekin, Hasan Bülent Kahraman, Vasıf Kortun, hatta sanata bakışı daha farklı olsa da, Mehmet Güleryüz (bu isimler çoğaltılabilir) zamanındaki Bilkent'in, bugünkü yapısından ayrı olduğunu düşünüyorum. Kurumlar hakkındaki bu düşüncem, onların kesinlikle daha iyi-daha kötü durumda bulundukları anlamında bir saptama değildir. Çünkü açıkçası; ‘sanatın doğrusu-yanlışı’, ‘yenisi-eskisi’ gibi ayrımları inandırıcı bulmuyorum. Yani bunların, genelde önerdikleri ‘biçim’ ile ölçülebileceğini de sanmıyorum. Diğer yandan Marmara Üniversitesi de aynı parçalanmışlık içindeyse, bugün kurumlar referansını kullanmanın ne derece doğru olabileceğini kestiremiyorum doğrusu. Belki 70'lerde daha anlamlı olurdu bu konu... Fakat yine de, sorunun açılması yararlı olabilir.”


*

Evet, son Kekeme’ye çok yazı yollandı. Ama bir tepki vardı ki, ayrıca irdelenmeye değer. Hatırlarsanız yazımda, “bu okulun (Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nin) bu koridorlarının ve atmosferinin bu biçimde olması için belki de en çok çaba harcayan insanı” olarak Hüsamettin Koçan’a ilişkin UPSD Kongresi’nden izlenimlerimi aktarmıştım:

“Son Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği kongresi geldi aklıma. Koçan Divan Başkanı seçilmişti. Yeni yönetim kurulu listesi önerilmişti. Üyeler ardı ardına konuşuyordu söz alıp. Bir şey giderek beni çok rahatsız etmişti. Koçan, herkesin eğitim aldığı, yolaçtığı, elinde büyüttüğü bir ‘hoca’ vakarı ve rahatlığıyla, neyin nasıl konuşulabileceğine, ne kadar konuşulabileceğine karar veriyor ve kimi eleştirileri divan başkanı kimliğinden soyunarak, bir önceki ve olası yeni yönetime yolu açan –bir dönemi başlatan- ‘asıl sorumluluk sahibi’ kişi olarak yanıtlayabiliyordu. Gerçek hayatta eski bir öğrencisi olsa da, o anda orada önerilen yeni yönetim listesinde yeralan genç bir sanatçıya ‘oğlum bana çay getir bakayım’ diyebilip, hizmet ettirebiliyordu. (Tanışım olan Vahit Tuna’ya sadece fırlayıp o çayı götürdüğü için oy vermemiştim laf aramızda.) Biz bir demokratik kitle örgütünün kongresinde miydik, zemini sanat olan?!.. Kalktım bu rahatsızlığımı, burada kullandığım cümlelerle ifade ettim ve çok kızdırdım Koçan’ı... Tahmin edebileceğiniz gibi bunu kişisel bir saldırı olarak aldı, anlamadı, anlayamadı, esti köpürdü. Gülümsedim. Oyumu verdim birilerine, çıktım gittim.”


Açıkçası sonunda,
“O demokratik kitle örgütünün (bence hızla daha sendikal bir niteliğe sahip olması gereken UPSD’nin) bu talihsiz kongre resimleri aklımdan hiç çıkmasa da, eğer gerçekten bu okulda gördüğüm emeğin altındaki birinci imza Hüsamettin Koçan ise hakkıdır diyerek, o perşembe onu içten kutladım,” demiş olsam da, yazımın bu bölümüne Koçan’ın tepki duyabilmesi, kendince bu varoluşu anlamlandırabilecek bir cevap verebilmesi objektif olarak mümkündü. Ama “irdelenesi” cevap Vahit Tuna’dan geldi. Olduğu gibi aktarıyorum:

“Yazında bahsettiğin ve benim (eğer ki yanlış anlamadıysam) anladığım kadarı ile bir sanatçı örgütünde başkan-ağa konumundaki Koçan'a hizmet ettiğim için bana oy vermediğin konusu var. Çok enteresandır ki yazının bu paradox ile birleşmesi... Hizmet sektörü çoook çeşitlidir hakan... sanatçılara ayrı bir yücelik sağlama(ma)ktadır... yani daha kötü anlamıyla köle-sahip ilişkisine kadar uzayabilir bu hadise... yani sevgili hakan sana sormak istiyorum; sen ki evinde haftada iki gün ümraniyeli bir kadını çalıştırmakta ve ona para vererek karşılığını ödediğini söylemektesin... yani çok düz ve yan anlamları ile Koçan'dan bir farkın kalmamakta sanırım... benim de hizmet eden Ümraniyeli kadından... sen kadına külotlarını yıkatıp, yerlerini sildirirken ben de (halen hatırlamadığım ama yine de bana absürd gelmeyen) Koçan'a çay götürmekteyim... inanır mısın ümraniyeli kadınla özdeşleşmek beni hiç mi hiç üzmüyor... seni üzüyor mu?”

Sanırım kalakaldınız! Ben de uzun süre siz gibi bakakaldım bu yazıya... (Tuna’nın ilk histerik tepkisini içeren ve daha önce yolladığı bir yazı vardı ki, onu yayınlamak hepimize ayıp olur!) Sonra dehşetle bir şeyin farkına vardım. Benim önü sonu, bir hoca ile birçok öğrencinin buluştuğu UPSD kongresinde, bu eski hiyerarşik ilişki biçiminin o güne sarkan izlerini tartıştığım yazıdan; her eski öğrenci bireyin (ya da her yeni sanatçı bireyin) varoluşunun, “en azından görüntüsü” daha bağımsız ve eşit bir zeminde akması isteği ve dileğiyle yazdığım yazıdan çok değişik bir yere varmıştık Tuna’nın tepkisiyle... Fazla iyiniyetliymişim aslında... Kurduğu kaba ve beceriksiz ironi bir yana Vahit Tuna, bu ilişki biçiminin “eşitsiz özü” ile barışıktı. Bu bir tür hizmet sektörü ilişkisiydi, hatta bir tür “köle-sahip” ilişkisiydi. O da gönüllü bir köleydi.

Her şey bir yana, Koçan’ın ve benzeri eski hiyerarşik ilişkilerin izlerini, gölgelerini, istese ya da istemese de okul dışı farklı ilişki zeminlerine de taşıyan hiçbir “hoca”nın, Vahit Tuna’nın onlara biçtiği tanıma evet diyeceğini sanmıyorum. Ama bu da önemli değil! Tuna, “güncel sanat projeleri”nin, son birkaç yılın bir dizi karma sergisinin gözde sanatçısı olarak, ötesi UPSD Yönetim Kurulu üyesi olarak, bu ilişki biçimini (benim gibi takıntılı bir gözün ona konduramadığı bir öğrenci tezcanlılığından çok ötede bir yerde taşıyor) bu tatsızlığı ile tanımlayabiliyor ve içine sindirebildiğini söyleyebiliyordu...

Bu kadar vahim bir durumu bu kekemenin hayal gücü, takıntılılığı bile tahmin edemezdi. Ne diyeyim ki, söz kalmadı: Şaşkınım, hayat adına, sanat adına, UPSD adına!

Hiç yorum yok: