Pazar

Koş Lola Koş!

19. İstanbul Film Festivali’nde bir hafta geride kaldı. Ama ben ne Bresson’la birlikte uzun bir aradan sonra kimi konularda yeniden yaşamaya başladığım basit ve derin iç tartışmamdan, ne bir tür fransız sinemasının masalsı oryantalizminin “bizimkilere” ne iyi geldiğinden (ve beni baydığından), ne çekoslovakların (bazen çeklerin, bazen slovakların) sinema dilini nasıl sevdiğimden, ne de “ah! Ne olurdu o kaşarlı tostu yemeseydim de zehirlenip yataklara düşmeseydim!” keşkelerimden sözetmeyeceğim.

Sinema Günleri’nde bile beklenmedik sürprizlere gebe bu Beyoğlu. Uğradığım ve (beni görmek istemeyenlerin hep ya da artık uğramamayı seçtiği) birkaç mekandan biridir Sefahathane... Seansların biri bitip, biri başlamadan önce, genellikle çok kalabalık bu aralar... Galiba Atlas Sineması’na girmek için yanından geçilmesi gereken bir yer olması bunun ilk nedeni. Oysa, orası müşterisi bol olsun istenen haftasonları ve neden ikide bir yapageldiklerini anlamadığım “latin/tekila geceleri” dışında mahalle pub’ı gibidir. Herkes herkese aşinadır. Barmenler kanka! Müzik bazen çok iyi, bazen idare eder... Ama benim için çok önemlisi, duvarda bir perde ve yansıyan video görüntüleri... Bir konser, bir belgesel, çizgi filmler ve bazen filmler: “Dünyayı değiştiren adam”, “Natural Born Killers”, vb.; her zaman sürprizdir seçimleri...

Geçen hafta uğradığımda bir film izledim orada: Run Lola Run! (Koş Lola Koş!) Yeni Alman sinemasının genç dahilerinden Tom Tykwer’in, 1997 yapımı, 79 dakikalık olağanüstü filmi. Ben mi çok hazırdım böylesi bir filmden etkilenmeye, o film her zaman bunu başarmış mıdır bilemeyeceğim ama biraz sarsılarak çıktım oradan. Oysa ciddi biçim önerileriyle döşeli olsa da, her seferinde yeniden anlatılan “tek” bir basit öykü vardı filmde. Lola, 20 dakika içinde sevgilisine, metroda kaybettiği –ve bir evsizin ele geçirdiği- çantasıyla uçup giden 100.000 Mark’ı nereden bulacaksa bulup götüremezse, sevgilisi parayı teslim edemeyeceği sahiplerince öldürülmemek için soygun yapmak zorunda kalacak ve muhtemelen yine ölecekti. Lola, bunu öğrendiği telefon konuşmasından sonra koşmaya başlar. Merdivenlerdeki köpek üzerine havladığında tökezlemezse üç saniye önce, tökezlerse üç saniye sonra çıkacağı sokağa; köşeyi dönerken çarparsa hayatı mutsuz, çarpmazsa mutlu devam edecek kadının yanından; ona çarparsa, yavaşlamak zorunda kalacağı için, garajdan çıkan bir arabaya çarpıp, üzerinden geçmek zorunda kalarak, çarpmazsa arabanın önünde durup, içindekini görmek durumunda kalacağı kaldırımlarda.... koşar Lola. Birkaç saniye geç girse, bir bankanın müdürü olan babasını metresinden olacak çocuğu öğrendiğinde, önce girse bunu öğrenemediğinde bulabilecek, iyice gecikse onu bulamayıp çaresiz yeni yollar aramak zorunda kalacağı bir öte zamana koşar... Tykwer, öyküyü başından sonuna defalarca yeniden gösterir. Yeni sonuçlarıyla... Lola’nın tüm koşusunda, görülen, konuşulan, çarpılan, dokunulan insanların, küçük anlarla değişen bu yeni durumlarda, “oluşlarda” değişecek yıllar sonraki hayatlarını, kaderlerini de göstererek üstelik.

Keşkeler değildir filmin konusu, oluş’tur. Bir an bir yerde olan herhangi bir şey ile, o anla ilişkili olan herkesin, her şeyin ve zamanın paranteze alınabilir bir öyküsünün niteliğinin nasıl değişebileceğidir. Tykwer, kaos’un bize bakan yüzüne çevirir gözünü, gözümüzü...

O anlatmaz ama ben şunları düşünürüm:

Bir mektubu ilk okuduğumuz zaman atladığımız bir vurgusunun, aylar, yıllar sonra tekrar elimize aldığımızda ter boşandırtan anlamının “açık-seçikliği”, bizde mektup elimizdeyken varolabilseydi, ne ne kadar değişirdi?

Bir insan sizi oldukça zor bir yol arkadaşlığına çağırdığında, ona evet demek için birkaç dakika değil, üç gün düşünseydiniz, ondan sonraki yıllar ne kadar ve nasıl değişirdi?

İstenen bir destek çağrısını, içinizin elvermemesine rağmen o insanı hayatta seçebileceklerine doğru iterek cevaplamamış olsanız, o neyi ne zaman ve nasıl seçerdi? Ya da seçer miydi?

Ya da o kapıyı erken kapamış olsanız o gece, diğerini eve çağırmasanız –sadece o gece- ve araya bir gecelik “yalnız sohbet”i daha sıkıştırmış olsaydınız, ne ne kadar geç başlardı? Başlar mıydı?

O tuvali lime lime etmiş olmasaydınız, paketleyip yollamasaydınız da, renkleri, biçimi, dokuyu “size ait” hissetseydiniz günün birinde?

Modeller kimindir? Resim kimin? Resmin yapıldığı zaman? Mekan? Zamanı kullanma alışkanlıklarımızın bir şeye, birine yönelmesi, kimindir?

Bir yazıyı yazarken kapıldığınız iyileşme duygusunun, ne’den daha önemli ya da önemsiz olduğunu düşünemeyen tezcanlılığınız olmasaydı yayınlamazdan önce ve duraksasaydınız?.. Ne kaybederdiniz? Ne kazanırdınız?

Nedir keşke? Nedir raslantı? Nedir oluş? Neye ne kadar müdahale edilebilir aslında? Bu müdahale edilebilirlik duygusunun, yaşanan an’ı ya da geleceği belirlemesi hiç sözkonusu mudur ki? Yoksa biz hep ardımızdaki ölüler zincirinin o uzun tarihine –ardına- bakmasını bilen –belki de ne yazık ki bilen- günlük suretler miyiz?

Nedir bıraktığımız iz gerimizde? Bize dönse o yansıma ne hissederiz?

Hiç sabrı olmadan ölüme üç kala, aynalarını kıra kıra yaşamayı seçmişliğin telaşıyla koşmak kararlılığı mı? Yoksa, Lola’nın tökezlediğinde değişen hayat resminin, her uğrağın farklı yaşanabildiği her an değişebileceğini bilmek mi? Tanrısı mı olmalıyız zamanımızın, kanatlı “değişebilir, değiştirebilir” öznesi mi yoksa?

Uykularımız, düşlerimiz, dokunduğumuzda değişebilecek bu hayatın nabzı, ne kadar taşır gerçek gölgelerimizi?

Hiç yorum yok: