Pazar

Bahar kanla geldi

Bahar geldi İstanbul’a. Geldiği hafta da, her yazın bir öncekinden daha sıcak geçeceğini hissettirdi. Çöl sıcaklarını da, çölleri de göreceğe benzeriz bu ömürde. (Bana on yıl içinde iki kez Sahra’yı birlikte görme sözü ve umudu veren, ikisini de tutmayan bir sevgilim oldu bu hayatta... Size sevgiliniz kaç söz verdi ve kaçını tutmadı bunların? Neden benim gibi yapıyor, bekliyorsunuz; neden siz götürmüyorsunuz onu gerçekleşmeyen sözlerin yöneldiği coğrafyalara?.. )

Üç gün içinde, geçen yılın toplamı kadar orman alanı kül oldu. Meteoroloji Genel Müdürlüğü, saatte yüz kilometre hızla esen lodosa dayanamayan yüksek gerilim hatlarını döşeyen bir başka devlet kurumunu, TEDAŞ’ı suçladı yangınlara dair! Onlar reddetti bu suçlamayı.

Taksim Meydanı’nda Galatasaray’ın fanatikleri ingilizleri öldürürken yakınlardaydım. Sağımdan solumdan akan kızgın kalabalık, olası bir cinayete onayını çoktan vermişti. O gece cinayetin görüntülerini ekrandan ilk kez verdiği için sevinen televizyon kanalları, vurgularını ölenlerin kışkırtıcılığına yapmayı yeğledi. Stüdyodaki sunucu olay yerindeki muhabire şunu soruyordu: “Hasan (ya da her ne idiyse ismi), ama kavgaya karışanların galatasaraylılar olduğunu söyleyemeyiz değil mi? Lokantalarda, büfelerdeki, tahrik edilen halktan insanlardı değil mi?” Öteki cevap verdi: “Elbette Engin (ya da her ne idiyse ismi), o kadar tahrik etti ki ingiliz hooliganlar insanlarımızı, böyle bir kavga kaçınılmaz oldu.” Ekrandaki görüntüde, yerde kanlar içinde yatan ingilizin dudağına çaresizce dudağını yapıştıran arkadaşı nefes verip, ağlıyordu.

Bu cinayetten bir önceki gece, bir IRC chat kanalında, ben şu soruyu sormuştum oradakilere:
“becerikli bay ripley'i izleyen var mı? ...ve üzerine konuşmak isteyen?”
Çoğu görmemişti filmi... Yazarının (Patricia Highsmith’in) benim için öneminden sözetmiştim; onlar da “anlatsana!” demişlerdi. Anlatmıştım:
“highsmith, sıradan insanın kendiliğinden suça çok yakın olan...
...potansiyeliyle uğraşır.
verdiği rahatsızlığın keyfi olağanüstüdür.
çok basit bir öyküyü ustaca kurar.
bunu anlatırken kusursuz patikaları, labirentleri de olsa...
ve en önemlisi kitaptan bize konuşan dil hep, bu hayatın her sürprizine alışık bir sakin bilgenin sesidir.
her kelime, sakince kendi yerindedir.
asla fazlası yoktur.
hep gördüğün-bildiğin şeylerin içinde yatan ve asla uyuduğuna kendini artık inandıramayacağın yılanın peşindedir.”
Sordu kanaldan bir kadın:
“suça yönelik bir kurgu mu ? ya da suçu altetmeye?..”
Devam ettim:
“suçu içeren... ama aslında arandığı yerde değil, her okurun
evinde, ilişkisinde, yani zaten hep varolduğu yerde, bir adım ötesinin potansiyeli ile suçu içeren metinler...
yani sana der ki highsmith:
hatırlar mısın, o gün baktın ve öteki tarafa çevirdin başını...
çevirmeseydin şunlar olurdu...
ve sen yine sen olurdun!
hiç inkar etme!
...ve edemezsin!
tüm kahramanları, içinde kadını büyüten erkekler ve erkeği büyüten kadınlardır...
ama bunu barışla yaşamazlar!
(bir tek carol’da barışık lezbiyen varoluşunu görürsün.
köle ruhlu kadın varoluşunun düşmanıdır.)
değindiği hiçbir labirent, amiyane anlamda bilinçaltımız değildir.
bilincin altındaki bilinçtir.
kendi kendimize hep bildiklerimiz.
aslında uzak durabilmeyi çok zor becerdiğimiz şiddetimiz!
şiddeti nasıl uzak tutarız kendimizden?
onu abartarak...
o der ki, abartma! şiddet inanılmaz yumuşak varoluşunun da çocuğudur!
yeter ki elini uzat!
bunu dediği her uğrakta, hiç özdeşleşmek istemediğin kahramanlarla özdeşleşirsin.
hadi canım sende! dersin kendine.
okurda bunu becermek çok zor!
çok yetkin bir yaratım gücü!”

Sonra, Ripley’yi konuşmuştuk, soruyu soran teşekkür etmişti ve “ben bugün erken yatayım diyorum,” deyip çıkmıştım. Kanalın tüm akışının arşivlendiği dosyadan yukarıdaki diyalogları kopyalayıp satır satır buraya yapıştırırken ona da baktım; saat 03.35.02’ymiş kanaldan çıktığımda. Doğru, “erken”miş. Kalsaydım, suçun sıradanlığı ile bizi gergin, çaresiz, keyifli bırakan Highsmith’in, bir başka yetkin yaratıcıya bayrağı devrettiğini anlatacaktım. Ama o daha uzun bir başka geceye kaldı: Irish Murdoch’un, özne ile suç, ceza ve bedel duygusu arasındaki kadim labirentin derin ahlakını tartıştığı yaratısı...

Neden ben gecenin bir saati, gün boyu her şeyi yaşadıktan sonra hâlâ, 20-25 meraklı gece kuşunun tünediği adında “sanat” olan rüzgarlı bir irc kanalına girerim, biraz konuşur, dinler ve çıkarım bilmem. Orada tanıştığım bazı gölgelerin artık bana “dostum” demesini neden sahiplenemem bilmem. Bildiğim şu ki, hayatın Highsmith’i konuşmak istediğin aralığında, bunu fütursuzca yapabilmeni sağlayan insanlar genellikte yanında olmaz. “Konuşmama, konuşamama lüksü”nü yaşamayı erdem sayamam ve bulurum birilerini... Güçsüzüm. Net’in hayatımıza kattığı başka ne ki?! Taksim’in vahşi ve acımasızca yalnız karanlığı, “aslında” neyi hakeder ki!

*

Nişantaşı Urart Sanat Galerisi’nde Ahmet Elhan yeni sergisini açtı: Nesne/Özne II. Ahmet, arkadaşımdır. Sergiden bir hafta önce cesur bir oyunun ilk gösteriminde karşılaşmıştık: Stüdyo Oyuncuları’nın Oyun(cu)’sunda! (Bir psikoterapi seansında, uzmanın koltuğuna 44 dakikalığına oturmayı; üstelik siz buna hiç hazır değilken oyunu baştan sona belirlemeyi istiyorsanız kaçırmayın bu sıradışı cesaret performansını!)

Ahmet Elhan, F/Otoportreler ile 1993’te başladığı belli bir dizgedeki yolculuğunu, Nesne/Özne I (1996), Zaman/Mekan (1998), Nesne/Mekan (1999) ile sürdürmüştü. Urart, bu dizgede ikinci kez mekanını açıyor Elhan’a. İkinci kez Urart’ın yansıttığı alışıldık suret kökten değişiyor. Tam boy negatif figürlerin, onlarla kaynaşan, onları örten, saklayan “tam” boy negatif nesnelerle buluşması bu sergi. Her biri nesneyi de özneyi de daha pür okumayı sağlayan küçük kaydırmalarla karelenmiş dev kompozisyonlar! Elhan’ın sergilerinin “sessizliği”ni severim ben. Elhan’ın sergilerinin sessizliğinin “farkettirişini” çok severim. O sessizliği sizinle birlikte yalnız kılın isterim. O yalnızlığı çoğaltın isterim. Mümkün! İnanın...

Ne çok şey –aslında- mümkün bu hayatta “bilirsiniz”!

Hiç yorum yok: