Pazar

Bir haber

TİNERCİ ÇOCUĞU, ARKADAŞLARI BENZİN DÖKEREK YAKTI

İSTANBUL -Taksim`de aralarında tartışan tinerci çocuklardan biri, üzerine benzin dökülerek yakıldı. Anadolu Kargo önündeki tinerci çocuklar arasında çıkan tartışma kavgaya dönüştü. Gruptaki çocuklardan bazıları, arkadaşları Y.Y.`nin (13) üzerine benzin ve tiner dökerek, ateşe verdi.

Vücudunda ciddi yanıklar oluşan Y.Y., Taksim İlkyardım Hastanesi`ne kaldırılarak tedaviye alındı. Olaydan sonra kaçan tinerci çocukların yakalanmasına çalışılıyor. (30.10.1999/18:30)


Bu haber, Superonline’ın haber sayfalarında rastladığımda, herhalde en az beş kez okuduktan sonra kendimi “okumuş” saydığım bir haberdi.

İstanbul Galatasaray’da yaşıyorum; tinerci çocukların bir yıllık yeni üssü olan postane arkası çıkmaza çok yakın bir yerde... Onların yeni üssünü bana gösterip öğretmelerinin yolu, “onların gerçeğini” belgelemek isteyen bir fotoğrafçının kamerasına ve yüzüne tiner fırlattıkları eski bir akşamüstü saatiydi. Tineri fırlatan çocuk, boğuk sesiyle “benden izin almadan çekemezsiiiiiin!” diye bağırıyordu bir yandan. Hak vermiştim ona! O “eski akşamüstü” ise, tinerci sokak çocuğu Metin’le, bir sabaha karşı tanışıp yaşadığım o ilginç diyaloğun üzerinden en az altı yıl geçtikten sonraydı. Artık “her şeye karşın” seçimleri net (gözleri daha bulanık) bir erkek olan Metin’in, yeniyetmeliğinden bahsedebileceğimiz bir zaman... Bahsettiğim diyalogda o, bana yıllar önce tanıştığı Orhan Kemal’i anlatıyordu; ben de bu sıradışı/gerçeküstü cümlelerin, karşımdaki cılız bedenden ve mat gözlerden nasıl süzüldüğünü ilgiyle izliyor, “oyun”a katılmaktan başka bir şey istemiyordum. Onunsa, benim onun oyununa katılıp katılmamamla zerrece ilgisi yoktu.

Aralarda bir zaman, bir sürü elleri tahta coplu polis, Vitali Hakko ve diğer “Beyoğlu güzelleştirmeciler” önderliğinde, Cadde’nin (İstiklal) tüm “çirkinlerini” defettiler buralardan. Ardından da bir resmi geçit düzenlediler. Tramvay yolları üzerinde yavaşça ilerleyen ve her biri elinde bir başka marka taşıyan steril mankenleri taşıyan değişik jeep’ler, “temiz beyoğlu!” çığlıklarını boğazlarında tutarak ve durumu çaktırmayarak, çaldıkları kornalarla yolaldı... Metin, tam da Emek Sineması’na giden yolun köşesinden bir baktı, bir düşündü ve altıncı jeep’in ardına asılmaya karar verdi küçük elleriyle... Steril mankenlerimiz -yine boğazlarında tuttukları çığlıklarıyla- öne doğru savruldu ürküntüyle; bir bodyguard ise (asıl görevi o mankenleri bizlerden korumak olsa da, yeni bir iş edinip kendine) dövüp sökmeyi denedi onu jeep’ten. Çok zor oldu bu... Acıyı hissetmediğinden... Soğuğa ve acıya karşı merhemi olan tineri bol bol içine çektiğinden... Tüm cakalar bozuldu, ben güldüm, tam zamanında düşüp kenara kaçtığı için Metin, kalkıp inen yumruklar ile onun arasına girmeyebildim.

Yukarıdaki haberi beş kez okurken ve ancak kendimi “okumuş” hissederken, çok şey düşündüm yanı sıra! Mesela, sokak çocuklarının, genellikle “neden kaçtıklarını” anlattıkları yazılarını ve bunu betimleyen resimlerini içeren o gazeteyi... Her masanın, kendi sohbetinin seslerini, ancak yandaki masalardan yönelmiş kulaklar kadar önemsediği bir içiçe geçmişlikle taşıdığı cafe’nin (Kaktüs’ün) gazete/dergi köşesinden alıp da okumuştum onu ilk kez. Zaten Sokak Çocukları Derneği de üst katlardaydı. Herkes, masalara yaklaşan “onları”, elevermek istemedikleri bir tedirginlik ve elevermek istedikleri bir hoşgörüyle sepetliyordu. Yazılar çok gerçek, resimler çok çarpıcıydı.

O resimlerin çarpıcılığını içeren zemin, giderek yaygınlaşan bir yöntem eliyle her an önümüzde: Deprem sonrası terapileri çizdikleri resimler yardımıyla yönlendirilen ve bu dışavurumları renkli basında sunulan çocuklar; bir haftalık dergide, anne-baba ayrılıkları sonrası tedirginlikleri ve kaygıları ya da savaş sonrası travmaları yine çizdikleri resimlerle bezenen çocuklar...

Biri geçenlerde bilgisayarıma bir “renk testi”yolladı. Sekiz renk sıralanmış; şu sırayla: Gri, lacivert, pastel bir doygun yeşil, ateş kırmızısı, civciv sarısı, pastel bir eflatun, koyu kahverengi, siyah. Hangi sırayla tıklarsan renklere, bir psikolojik profil tanımı çıkarıyor program. Benim seçimlerimin sıralaması, ruhumu okşamaya çalışan bir sonuç verdi elime. Kuşkulandım; yalan seçimlerimin sonuçlarını okudum ardı ardına. Hepsi “okşayıcıydı”...

Sanat tarihinin belli başlı resimlerindeki renk yoğunluklarından, her duygulanımın bir renk yüzdesi olduğu sonucunu çıkaran “dersi” hatırladım ve geriye baktım: Bir sokak çocuğunun bir başka sokak çocuğunu yaktığı anın renginin duygusu nedir, diyerek. Bu cevabın, puslu bir hınç, eldeki paranın paylaşım duygusu, inatlaşma ya da ne bileyim bir ihanet olabileceği kadar, sadece “alev renginde sert bir oyun cümlesi” de olabileceğini bilen zihnim, tıkandı kaldı. Tıkandı kaldı.

Yıllar önce, “basit bir olay” adlı bir sergi projem vardı. Proje olarak kaldı. Sabahın üçünde, tam da Galatasaray meydanında işlenen bir sıradışı cinayetin tanıklığını, an be an yaşayışımın tüm bilinç akışını içeren bir metin, belge, resim ikonografisiydi. Sertti. O “ben”e yakışırdı. Şimdi çok uzağım o sunumun sertliğine; kuruyan içim daha yakın!

Hiç yorum yok: