Pazar

Bir perşembe günü ve kentimde iki ayrı “manzara”...

Her iki haftada bir perşembe günleri evim temizlenir. Bir kadın gelir Ümraniye’nin tepelerinden. Görünen yaşı 45’tir. Eminim benden gençtir oysa... Kocası ayda bir eve uğrar, alabildiği kadar parasını alıp, dövüp, sevip, metreslerine, içkiye yolalır. Beş çocuk doğurmuştur. Bana gelmeye başladığı ilk günlerde, o çocuklarından biri, ona yardıma gelmişti. Cin gibiydi. Ona iş aradım, buldum. Sevgilisi izin vermediğinden o, bu işe gidemedi ama annesi buna çok sevindi. Beni ve evimi el üstünde tuttu.

Evimin temizlendiği perşembeleri, benim için farklı yaşanan günlerdendir. O’nun olabildiğince rahat olması için, evden erken çıktığım, bir gün öncesinde olabildiğince erken yatarak bunu sağladığım... Oysa, sanırım yedi sekiz aydır aslında ben sabahları günü doğurup yatarım ve öğlen-ikindi gibi kalkarım.

O gün kahvaltıyı dışarıda yaparım. Günışığını -o özlediğim yansımalarını yolların, gökyüzünün, pencerelerin, gözlüklerin, tenlerin...- içime alırım. Gün uzar –haliyle- benim için... Tüm dertli işlerimi, bankalara, devlet dairelerine, kimi işyerlerine uğramakla ilgili olanları o güne saklarım. Gezmediğim ve geciktiğim tüm sergileri o gün gezer, gündüz seanslarında sinemalara gider, bildiğim sokakların ezberlediğim gece resimlerini, unutmaya başladığım gündüz suretleriyle zenginleştiririm. (Unutmak üzere yeniden...)

Genellikle ikindide, üç buçuk-dört sularında eve dönerim. O gitmiş olur. Ev sabun kokar. Ben meditasyon yaparım ya da danseder, resim yapar, internet’e girer, kitap okur, çok yorulduysam uyurum.

Birkaç hafta önce, yine o saatlerde evime dönerken, tam evime inen yokuşun başında (İstiklal Caddesi’nde) o’na rastladım. Evde işi bitmişti anlaşılan. Sırtını duvara olabildiğince yakın ama dayamadan durarak sokağa bakıyordu. Gelip geçenlere... Birini bekliyor sandım önce; ona doğru yaklaştım. Yaklaştıkça gülümsemesi bir derin yara gibi içime işledi –ve kavuşturduğu kolları-, yanına gidip iki çift laf etmekten vazgeçtim, başımı çevirdim, hızla geçtim. Yokuşumdan aşağı inmek gelmedi içimden, meraklanmıştım. Neden oradaydı, kıpırtısız, kollarını kavuşturarak ve gülümseyerek gelip geçen kalabalığa bakıyordu? Yirmi metre kadar ötede, bir sanat galerisinin köşesine dayanıp, bir kent heykelinin ardına kendimi saklayarak, en az bir yarım saat onu izledim. Hep oradaydı. Hep aynı biçimde ve hep gülümseyerek, yüzlerce insana baktı. Anladım sonunda... Gördüğü bir günbatımıydı onun, güneşin doğuşuydu, yemyeşil uzanan ve üzerinde kartallar uçan bir vadiydi, yakamoz dolu bir denizdi üzerine mehtap vuran. O, “manzara”yı izliyordu, Ümraniye’deki mutsuzluğuna dönmeden önce.

Ben vazgeçtim beklemekten. Gözlerimin dolup dolmadığını size söylemek istemiyorum. Gereksiz. Yokuştan aşağı indim, evime gittim.

*

Geçen hafta perşembe günü yine o günlerden biriydi. Farklıydı. Yine kahvaltımı dışarıda (gazeteler ve dergiler eşliğinde) bir cafe’de edip, deprem gecesi çarptırdığım cüzdanla giden nüfus kimlik kartımı çıkarmanın en son, en zorlu aşaması için kaymakamlığa gidip (ne kadar mutsuzdur devlet memurları, ne kadar dayanılması çok zor bir bencillik ve yavaşlıkla yaparlar işlerini çoğunlukla?!), sergiler gezip Boğaz’ın karşı kıyısına yola çıktım.

Bir karma sergiydi yöneldiğim. Bahane bu bahane deyip, kentimde yeralan iki belli başlı güzel sanatlar fakültesinden biri olmasına rağmen bir kez bile içine girmediğim Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Sergi Salonu’na... Acıbadem’e. Oysa ne kadar çok arkadaşım var o okuldan mezun, ne kadar düşündüm o okulun eğitiminin niteliğini, ne kadar ilgiyle izledim o okulun eğitiminin altına imza atan öğretmenleri/sanatçıları ve öğrencileri... Edimlerinde, işlerinde, sergilerinde... Ayıptı artık bana!

Serginin adı “Riskli Gölgeler”di. Bir küratörü vardı: Ali Akay. Sergiye katılan sanatçıların çoğu arkadaşımdı; bazılarıysa iyi arkadaşım. Diğerleri ise çoğunlukla tanışım...

Acıbadem’de indim taksiden. Okulun içine girdim. İlk manzaralar (kapı önündeki genç sanat öğrencileri, bahçedeki aydınlık kantin) özelliksiz geldi. Ama giriş kapısının hemen ardından başlayan manzara, MSÜ Güzel Sanatlar Fakültesi’ni (“Akademi”yi) “benim olduğum” sanat eğitiminin niteliğine muhalif bir zeminden yaşayan-savaşan biri için şaşkınlıkla, keyifle, mutlulukla izlenecek bir nitelikli cümbüştü... Verili yönetimleriyle ve eğitim politikasıyla “Akademi”nin uzundur asla kalkışmadığı, kalkışamayacağı bir seçicilik, özgürlük, demokrasi ile tüm okul bir “ögrenci sergisi”ne dönüştürülmüştü. Resimden heykele, video-sanatından kavramsal sanata, müdahale edilmiş hazır nesnelerden mekan yerleştirmelerine, tüm sanat eğilimlerinin, tarzlarının, biçimlerinin hiçbirisi çok vasat olmayan örnekleriyle doluydu okulun tüm katlarının tüm koridorları...

Atölyeleri gezdim. Atölye öğretmenleri/sanatçılarının saydam mekanlarının öğrenci çalışma alanlarıyla içiçe olduğu... Yapılan işlere baktım; atölye öğretmenleri/sanatçılarının sanat çizgisi konusunda net bir ipucunu kolayca bulamayacağınız çeşitlilikteydi. Saat 19.00’du ve okuldan bir an önce ayrılıp şehre dağılması gereken öğrenciler yoktu ortalıkta. Okul “Akademi”nin sorunlu sabah saatlerinin kalabalıklığındaydı.

Gülümseyerek sergiye indim. Hareketli-tekerlekli duvarlarla ayrılmış ayrı alanlarında konuk sanatçıların riskli gölgeleri’ni izlemeye... İşlerin kimisi her bir sanatçının kendi yaratımında açtığı yeni kapıları gösteren nitelikli işlerdi (Tayfun Erdoğmuş, Argun Okumuşoğlu, Elif Çelebi, Kezban Arca Batıbeki, Selma Gürbüz). Kimisi ise ilgi çeken ama özel bir beğeniyi çağırmayan (Şeyma Reisoğlu Nalça) ya da vasat ve sözkonusu sergi için “yazık” dedirten işler (Hakan Onur, Seza Paker, Nilüfer Ergin, Bedri Baykam)...

Serginin başlığı (“Riskli Gölgeler”) birçok karma sergide olduğu gibi, olmasa da olur bir seçimdi. Yine de Ali Akay’ı kutladım. Haketmişti.

Dönüp okuldaki “Büyük Sergi”yi daha dikkatli, özenli uzun bir yolculukla yeniden gezdim. Hüsamettin Koçan’ı düşündüm. Bu okulun bu koridorlarının ve atmosferinin bu biçimde olması için belki de en çok çaba harcayan insanı... Son Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği kongresi geldi aklıma. Koçan Divan Başkanı seçilmişti. Yeni yönetim kurulu listesi önerilmişti. Üyeler ardı ardına konuşuyordu söz alıp. Bir şey giderek beni çok rahatsız etmişti. Koçan, herkesin eğitim aldığı, yolaçtığı, elinde büyüttüğü bir “hoca” vakarı ve rahatlığıyla, neyin nasıl konuşulabileceğine, ne kadar konuşulabileceğine karar veriyor ve kimi eleştirileri divan başkanı kimliğinden soyunarak, bir önceki ve olası yeni yönetime yolu açan –bir dönemi başlatan- “asıl sorumluluk sahibi” kişi olarak yanıtlayabiliyordu. Gerçek hayatta eski bir öğrencisi olsa da, o anda orada önerilen yeni yönetim listesinde yeralan genç bir sanatçıya “oğlum bana çay getir bakayım” diyebilip, hizmet ettirebiliyordu. (Tanışım olan Vahit Tuna’ya sadece fırlayıp o çayı götürdüğü için oy vermemiştim laf aramızda.) Biz bir demokratik kitle örgütünün kongresinde miydik, zemini sanat olan?!.. Kalktım bu rahatsızlığımı, burada kullandığım cümlelerle ifade ettim ve çok kızdırdım Koçan’ı... Tahmin edebileceğiniz gibi bunu kişisel bir saldırı olarak aldı, anlamadı, anlayamadı, esti köpürdü. Gülümsedim. Oyumu verdim birilerine, çıktım gittim.

O demokratik kitle örgütünün (bence hızla daha sendikal bir niteliğe sahip olması gereken UPSD’nin) bu talihsiz kongre resimleri aklımdan hiç çıkmasa da, eğer gerçekten bu okulda gördüğüm emeğin altındaki birinci imza Hüsamettin Koçan ise hakkıdır diyerek, o perşembe onu içten kutladım. Çoğu “Akademi” hocasının, bir tam gün içine atılması ve üzerlerine kapının kilitlenmesi gereken bir çağdaş sanat okulunu en kısa zamanda yeniden dönüp ziyaret etmek üzere terkettim.

*

Vardığımda ev sabun kokuyordu.

Hiç yorum yok: