Pazar

Karalama kağıdı

Diyelim ki aşıksınız ve o’ndan yoksun... Bu durumun üzerinize sıvamaya çalıştığı kara yoğun balçığa direniyorsunuz. Sebebin ne olduğu, bu durumun ne kadar süreceği gibi sorular artık sorulamıyor bile; bu soruların hiçbir önemi olamayacak kadar zamansız, derin bir açlık ve karamsarlıkla kuşanmışsınız. Çok az şey istiyorsunuz hayattan. Derin bir uyku sizi kurtarır sanıyorsunuz.

Her zaman baktığınız yere bakıyorsunuz: karşı pencere, komşunun balkonu, sevimsiz sitelerin pembe duvarları, bir ağaç, yükselen dağın yamacı, birbirine dolanmış telefon telleri, her ne ise... Tam kırlangıçların günbatımı ayinine çıktığı zaman gözünü kaldırdığınız ve gördüğünüz, rengi ve biçimi teninize değmeyen rüzgarlarla akan, aktıkça değişen bulutlar...

Çalışmak iyi geliyor bugünlerde size... Terinizi akıtan tek şey sıcak hava değil; kafanız her karıştığında, yeniden odaklanmak için bir neden bulabileceğiniz –o yılların yorgun kabul cümlesiyle zor taşıdığınız- odayı seviyorsunuz. En hissiz olması gerektiğini düşündüğünüz bu zamanda bedeniniz, daha çok duman, daha çok sessizlikle akıyor boşlukta.

Karalanan kağıt....

(diye yazdım ve deprem başladı. 45 saniye içinde: fırladım, bacaklarımın gücü çözüldü, zihnim hızla aktı. Bu yazının yazıldığı word dökümanı kapatılırken –nasılsa- kayıt da edildi. Her şeyin fişi çekilip, para alınıp, evden fırlanıldı. Cüzdanımı Taksim Meydanı kalabalığında dokunacağı kadın bedeni, çarpacağı cep arayan erkek ordusuna kaptırdım. Belim her geçen gün daha çok ağrıdı, ne zaman nereye çarptığımı, yanlış hareketi ne zaman yaptığımı hatırlayamadım. Hiçbirini umursamadım, umursamaya utandım. İnsanların nasıl öldürüldüğünü adım adım sizlerle birlikte izledim. İsyanım karnımı ağrıttı, baygın düşürdü; hiddetim ruhumu kemirdi. Bu yazıya kaldığı yerden devam etmeyi, akan, akması gereken hayata karşı görev bildim.)

Karalanan kağıt... Spiraller, kareler, yarısı boyanan, içinden keskin okların geçtiği... Düzenle katlanan, açılınca çoğalan alacası benzer çizimler. İki harf. Elin nereye gittiği bilinemeyen akışı; nedense oluşan çokgenin bir yanlarını gölgelendirmemiz; yanına bir yuvarlak çizme isteğimizden önce koşan ve tam oraya bir yuvarlak çizen bileğimiz.

Boynunuz ağrıyor. Başını olabildiğince geriye atıp ense kökünüzün ağrılı sertliğini kırıyorsunuz. Başınızın yukarısına doğru bir uyuşukluk akıyor. Tekrar sağa dönüp bakıyorsunuz. Bir önceki ışığı arıyorsunuz karşı pencerelerde. Düşen gölge mi, her şeyi değiştiren? Kadın saçlarını mı açmış? Tülün ardındaki kalın perdelerin mavisi bu kadar gözalıyor muydu? Değişen ne? İster istemez gözleriniz kısılıyor. Kirpiklerinizin arasından önce o değişen görüntüye, sonra odanıza çeviriyorsunuz bakışlarınızı.

En yakındaki nesneler, ters ışıkla güçlü siluetlere dönüşüyor. Asla birbirine bağlamadığınız o raftaki her nesnenin görüntüsü ile sarmaşığın, sardunyanın kenar çizgileri birbirine geçiyor. Asılı fotoğraftaki o sizin için çok önemli insanın yüzü, tam yanağının beyazlığından, alnından bembeyaz patlıyor. Gülümseyip gözlerinizi açıyor, tekrar kısıyorsunuz... Tonların koyularının daha koyulara, açıklarının daha açıklara koştuğunu, her güçlü ya da zayıf ışık cümlesinin karşıtlıkları güçlendirmek üzere yeniden örgütlendiğini düşünüyorsunuz.

Sol elinizin teriyle buruşmaya yüztutan o karaladığınız kağıda indiriyorsunuz bakışlarınızı... O çokgenin kenarlarına dair size “çok silik... koyulaştır” diyen sesin, ense kökünüzün ardından geldiğini, sizin sesinize benzediğini düşünüyorsunuz. Çokgenin kenarlarını koyulaştırırken, yaptığınız işle yabancılaşıyorsunuz. O an, tam o an, sanki başka bir kimliğe, hiç de kuşanmadığınız bir kimliğe geçtiğinize dair belli belirsiz bir rahatsızlık var içinizde. Kendinizi donanımsız ya da haddini aşmış hissediyorsunuz. Zihniniz size raporlarınızı ya da bitirilmesi gereken hesapları, öğleden sonraki toplantıyı, müşterinin biraz sonra arayacağını, hatta açlığınızı hatırlatıyor. Bir sessizlik büyürken içinizde, zaman durdu gibi, terinizin soğuması gibi, aşkınızın alıştığınız sızısı gibi, kalemin kağıt üzerindeki sesini hiç duymadığınız kadar duyuyorsunuz.

İçinizde bir ses -bu kez ense kökünüzden değil sanki, içiniz içinize fısıldamışçasına- şöyle diyor, başınızı hiç sağa çevirmeye gerek görmeden:

-Evet, hem saçlarını çözmüştü kadın, hem de mavi perdeyi bedeniyle itmişti öne... Ama arkasındaki koridorun ışığı ilk baktığımda yanmıyordu ve kitaplıklardan sarkan sarmaşıklar görünmüyordu. Kadının önündeki küçük balkona, hatta o balkondaki az sulandığı belli olan sardunyalara kadar uzun bir çizgiyle birleşir sanki, o sarmaşık yapraklarının bakışları...

Hiç yorum yok: