Pazar

Aksak Ritm

Kekeme’yi yazmakta zorlandığım ikinci deprem sonrası... Üçüncüsünün de er ya da geç bu kentte olacağının herkese duyurulduğu günler... Normal hayatı yaşamalı, hazır olmalı ve gelecek için kişisel planlar yapmaktan kendimizi alıkoymamalıymışız.

Çaresizlik duygusunun aynası tv kanalları, yeni “enkazdan kurtuluş öyküleri” peşinde. Seyredebilme, çaresizlik duygusuna dayanabilme katsayımın düşmesine sevinmeli miyim?

Annem, bir komşusunun dört yaşındaki kızının artık çok alıştıkları hayali arkadaşına dair anlattığı sürekli öyküler kesilince, ona ne olduğunu soranlara “evi yıkıldı, öldü” demesini anlattı telefonda.

Bir yuvarlak masa toplantısı ve panele katılıp yanı sıra Adapazarı’nı da ziyaret eden Yunanlı bir sanatçı grubunun izlenimleri çok can sıkıcıydı. Gördüklerinin, birçok yerde, ancak hemen deprem sonrası görüntüsü olabileceğini, çok asgari düzeyde yardım dışında hiçbir destek almadan kışa giren depremzedeler karşısında yaşadıkları çaresizliği anlattılar. Sordular,”onca yardım nereye gitti?” diye... Her deprem sonrasında olduğu gibi yeni deprem zenginlerini beklemekte olduğumuzu söyledim. “Bilmiyorum,” dedim.

*

Şu anda Superonline Çağdaş Sanat Sitesi’nde süren forum, interaktif ortamda gördüğüm, okuduğum en nitelikli forum. Ötesi, öne sürdüğü tüm açılımlar ile katılımcılar, sanat ortamının kendi periyodiklerinde tartışmadığı, tartışamadığı cümleleri birer birer ele alır hale geldi. Forumda adı geçen ve ilgi duyacağını umduğum, tüm sanatçı ve küratörleri forumdan haberdar edip katılmaya çağırdım. Umarım katılırlar.

Bienal sergi defteri ise sanırım en bitmesi gereken yerde sona erdi. Mekesh’in üç satırlık mesajı, spekülatif olduğu kadar etkileyici (tüm spekülasyonlar gibi); “acaba” sorusunu sordururken, belki de gerçekten kimsenin artık bienal’e ilişkin tartışmada ekleyecek söz bulamamasını sağlayacak güçteydi. Hep bilebileceğimiz, hep gözardı edilmeye olanak bulan ve şu ya da bu “keşke böyle akmayası” dinamiği belirleyen -doğru olmayabilecek- bir ilişki öyküsünün, yine birçok şeyin tanımı olabilmesi ne tatsız...

Bienal sergi defteri’nde suskun kalan katılımcıların, forumu, belirledikleri üslup niteliğinden geri durmayarak ve tartışmaya değer yeni alanlar yaratarak sürdürmesi ise beni en sevindiren şey oldu. Bu zeminlerin ilk ateşleyicileri olan Uras ve Oblamov’un (eğer şimdiye kadar farklı isimlerle geri dönmedilerse) ayrıldıkları “durum”un çok ötesine geçen açılımlara yeni katkılarını esirgememeleri dileğim.

Böylesi bir forumun örneğin bir İstanbul Sanat Fuarı’na yönelik düzenlendiğinde katılımcıların yazabilecekleri, beni şimdiden gülümsetiyor.

Giderek sanat eğitiminin niteliğine, metropoller dışında yaşayıp yaratmanın sorunlarına, tüm yaygın sanat etkinliklerinin kendilerini tanımlayan özelliklerinin eleştirisine, sanat-kültür kurumları, dernekleri ve vakıflarına, popüler kültürün dinamiğine, sanatçı kimliğinin bizzat kendine yönelik bir dizi tartışma patikasını önümüze seren bu geniş caddede yürümek isteyecek ve söyleyeceği sözü olan çok kişi vardır diye umut ediyorum.

*

Orhan Cem Çetin, Gülümsemesem’deki (bence takipçileri köşenin adının Gülümsesem olması için kampanya yürütmeli) İtirafları’nda şöyle diyor, gülümseten ironisiyle:

“Belli belirsiz şunu farkedebildim: günümüzde sanat ürünleri ile aramızdaki ilişki duygulanmak değil anlamak, kavramak üzerine kurulu galiba. Tıpkı psikoanaliz gibi. Kavradın mı tamam. Hayatın değişti demektir. Ne hissettiğin çok önemli değil. Duygu bir yan ürün. Bir bonus. Bir şey hissetmeyebilirsin de. Önemli olan kavraman. Belki de bu yüzden kavrayışla ilgili zayıflığım şimdilerde bir sorun haline gelmeye başladı.”

Bu paragrafın içerdiği sıradışı eleştiri, elbette ki forum katılımcılarının ilgisini çekti ve biri (ehişte) diğer katılımcıların dikkatini çekti: “Arkadaşlar, Orhan Cem Çetin Gülümsemesem köşesinde şöyle yazmış... Bizim tartışmaya cuk oturuyor... Bir bakın derim:...” Bence haklı. OCÇ, benim Dulcinea’daki “Tepeler arasında tablo” sergisi için yazdığım ve ortalığı ummadığım kadar karıştıran eleştirilerin alt metnini yazmış.

Hiçbir sanatçı, sanat takipçisi ya da eleştirmeninin, yazdığı herhangi bir yazıda, adı bir biçimde “kabul görmüş” sergi düzenleyicilerine ya da sanatçılara yönelik övgüden öte bir şey yazmadığı yıllardan sonra, nihayet nitelik/özgünlük sorunu konuşulmaya başlandı. Çok gülümseten bir biçimde, ben ve OCÇ gibi, sanatsal yaratımın olanaklarını, “diğerleri”nin sandığı, savunduğundan kat kat yaygın bir zeminde olduğunu savunan iki sanatçı tarafından...

Sanıyorum ki, sergi defterleri, köşe yazarları, forumları ile bu site, şu ilk ağızda akla gelen ve yapılmayan/yapılamayan tartışmaların da başlangıç yeri olacak:

* Eskiden, akademi, sanat tacirleri ve sanat dergilerinin “ücretli” eleştirmenleri tarafından belirlenen ve kimilerince “ülkemiz sanat mafyasının üç sac ayağı”nı oluşturan denklemin bugünkü yapısı nasıl tanımlanabilir?

* MSÜ GSF’nin sanat eğitiminin niteliği nedir, ne olmalıdır ve olamamasının nedenleri nelerdir?

* Marmara Üniversitesi GSF ve Bilkent Üniversitesi GSF, “Akademi” sultasını yerle bir eden yeni bir eğitim biçimini oluştururken, çağdaş sanatın niteliği ve gereksinimleri adına başka bir tartışmayı nasıl başlatmıştır? Bu kurumların, bu biçimi kendi kurumlarında geliştirebilmekte midir, yoksa bu biçim, mimarları tarafından irili ufaklı özel üniversitelere mi dağılmaktadır; bu evrimin sonuçları ne olacak gibidir?

* “Genç Etkinlik”, “Performans Günleri” gibi son on yılın ortamın genel niteliğini kökten değiştirme gücü olan sıradışı etkinliklerin ayırd edici özellikleri nelerdi? Devamlılıklarını sağlayacak biraraya gelişlerin, tartışılası biçimleri nelerdir? Kısa ama dolu ömürlü Disiplinlerarası Genç Sanatçılar Derneği deneyiminin yarına taşınası deneyimleri nelerdir? Sanatçılararası dernek deneyimlerinin hazin sonuçları, bizleri kooperatif türü örgütlenmelere mi yönlendirmelidir; üretmek üzere gücün birleştiği hiyerarşisiz biraraya gelişlerin deneyimi, ülkemizde neden denenememektedir?

* İFSAK’ın (ve belki de fotoğraf sanatının habisleşmiş) sorunları neden yaygın bir platformda hiç tartışılamamaktadır?

* UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği) deneyimi, birçok ülkede varolduğu gibi bir sendikal örgütlenme deneyimine neden dönüştürülememektedir?

* Neden sanat periyodikleri, forumumuzun çokça örneğini şimdiden taşıdığı, sanatın ülkesel ve uluslararası sorunlarına yönelik içten kaygısı, yüksek niteliği ve cesaretiyle “söz üretebilen” kalemlerine kapalıdır?

Listeyi genişletmek de, bu tartışmaları bir yandan başlatmak da elinizde! Benim de, Orhan Cem Çetin’in de... Eminim. Kekemeliğimizin, aksaklığımızın, dil sürçmelerimizin, tutukluklarımızın, çığlığımızın, sakinliğimizin, kendileriyle teker teker ve hep birlikte barışacağımız iç ses güvenimizi beklediğini unutmadan.

Hiç yorum yok: