Pazar

“Eğilip de, sürüneni kaide üzerine koymak! (2)”

Beral Madra’nın Radikal'de yayınlanan “Çağı yakalamayan sanat” başlıklı yazısından yola çıkarak diyeceklerimi bu yazıda da sürdüreceğim. Ama, bu kez de onun “Mezarları öngören sanat” başlığıyla yine Radikal’de yayınlanan yeni yazısından bir alıntıyla başlamak istedim bu yolculuğuma:

“...
3. binyıl başında, 'küresel', 'kültürlerarası' başlıklarına karşın, sanatta genel geçer değer ölçülerinin 'Batı'ya bağlı olmadığını, ya da 'küresel' kavramının karşılığının 'Batı' olmadığını söylemek zor. Bir yandan İstanbul'un ve yapılan etkinliklerin 'uluslararası' çapta olduğunu söylerken, öte yandan yapılan işin Batı'nın onayını almasını isteyince, bu 'küçük sanat iklimi'nin altı kendi elimizle çizilmiş oluyor.

Günümüzde sanatçı işte tam da bu 'küçük sanat iklimi' ile 'büyük sanat iklimi' arasında duruyor. Üretimi hem bu küçük sanat ikliminde dikkat çekmeli ve değer kazanmalı, hem de kısa sürede büyük sanat ikliminde yerini almalı! Küçük sanat ikliminde yaşayan sanatçı kuşkusuz bu durumun farkında ve olanakları kullanıyor. Ancak, eğer sanatçı, aynı zamanda Türkiye'deki taşrayla merkez arasında sürüp gitmekte olan güç ve nüfuz mücadelesinde farklı kültür katmanlarında yer alan safların dikkatini çekecek bir sanat üretimini hedefliyorsa, işi o denli kolay değil, çünkü her geçen gün, yaşadığımız olaylar gösteriyor ki, iki iklim arasında uzaklık öyle kolay kapanacak türden değil.”


Madra, bir önceki yazısından başladığı bir kaygıyı aktarmaya devam ediyor. Kimi önemli saptamaları, birbirleriyle ilişkilendirmek gerekli... Ona göre, “uluslararası ortamla bağlantısı zayıf yerel bir postmodernizmi taşıyarak küresel rekabet ortamında koşuşturan” , “gerekli yapıtları üreterek, dünyaya uyum sağlamak istese de, arkasına dönüp beni kim destekliyor, diye baktığında, kimseyi göremeyen” günümüz sanatçısı, “küçük sanat iklimi” (ülkesel ölçütler) ile “büyük sanat iklimi” (ne kadar küresel olduğu iddia edilse de Batı’nın ölçütleri) arasında kaldığında bir seçim karşısındadır ve bu seçimin gerektirdiği nitelik, sorumluluk farklıdır.

Madra’nın –belki de “artık gerekli” diyerek- değinmeyi seçtiği bu konunun “ne olduğu” çok önemli. Öyle ki, Madra’yı anlamakta kimilerinin zorlandığını izliyorum, sanat çevrelerinin kimi yanyana sohbetlerinde... Sanılıyor ki Madra bu kez de, günümüz sanatının daha yerel tadlar içeren yeni (ama yanlış anlayanlara göre çok eski) bir niteliğinin peşinde. Bu toprakların ürünü olduğunu “kimsenin inkar edemeyeceği” bir yaratım çizgisinin... Yine bu çevreler, asıl bunu talep etmenin, Batı’nın “daha çok yerel tad” peşinde koşan “kolonyalizminin” (sömürgeciliğinin) sultası altına girmek, kendi “oriental” vitrinimizi, talep için düzenlemek olduğunu düşünüyorlar. Madra’nın şimdiye kadar hep “büyük iklim”in ülkemizdeki seçici, düzenleyici elçisi kabul edilmişliğinin bedeli gibi görünse de bu durum, ben daha çok bu sanatçıların “zora gelememe”, “kolaycılık”, “yargılama rahatlığı” ve “değer bilmeme” gibi zaaflarına bağlıyorum.

Anladığımca Madra, aslında kendisinden beklenmesi gereken bir çıkış yaptı. İki önemli şeyin altını çizdi:

Öncelikle, “küresel” ölçütlerde yaratım kaygısının, salt Batı’ya dönük olan yüzünün trajedisinin... Kendi coğrafyası içinde “sağlam zeminlere oturamayan” ülkemiz sanatçı kimliğinin, buna boşvererek kalkıştığı yaratımın, onu burada “yalnız, desteksiz” bıraktığı ve “ben yaptım oldu, rahatlığıyla” –neredeyse saldırgan- bir niteliksizliğe yönelttiği, dışarıda ise olağanüstü bir rekabet ortamında “renklerinden ve köklerinden” çok uzak bir zeminsizlikte gezgin kıldığı durumun trajedisi.

Sonra da, bir zamanlamanın altını çizdi Madra... Belki de, o’ndan bu sesin çıkmasını hiç beklemeyenlerin farketmesi gereken “yaratım sıkışması ve gerginliği”nin çözümü olacak bir önermenin... Yöneticilik, yapımcılık gibi yeni seçimlerle sanatçı kimliğinden ödün vererek, Batı’nın istemlerine yanıt verebilmenin köprülerini kurmaya çalışan çaresizlik duygusunu bir yana koymanın zamanı gelmiştir. Ötesi, sanat ve kültürün hem bu “iklimlerarası çatışmanın” olanca sorumlu, zor zenginliğinden beslenmenin, hem de “bir tür saygınlığın” yeniden sağlanabileceği bir yeniden bakışın, değerlendirmenin zamanı... Bu coğrafyanın olanaklarının ve gelişen, zenginleşen, arayış içinde olan, kimi zaman kızgın, kimi zaman umutsuz sanatçı kimliğinin –öncelikle bizzat kendileri tarafından- farkedilesi olan olası bereketinin yarını böyle kurulabilir.

Ben Beral Madra’ya teşekkür etmek istiyorum. O, bilirim ki, yoğun ve zengin bir skalada yıllardır durmaksızın verdiği emeğin bile teşekkürünü pek almadı sanatçılardan. Genellikle sessizce izlendiği, seçimleri nedeniyle fısıltıyla yerildiği ya da sevildiği, seçim normlarına uygun niteliklerin neler olduğunun pek de derinlemesine anlaşılmadan neler olduğunun merak edilip, ona göre giysi değişildiği bir “ana figürü” oldu çağdaş sanat ortamının. Oysa, bugün tüm bunları tartışabilecek bir düzeye gelmemizde de, bu tartışmanın olası bileşenlerinin cevaplarını bulmasına olanak verecek nitelikte olmasına da birileri yol açtıysa, onun adı en başlarda yazılmalı, değeri bilinmeliydi. Ama bu teşekkürüm, daha çok, bugün açtığı tartışmanın –her ne kadar henüz hâlâ izlemekten katılmaya pek kimsenin niyeti yokmuş gibi görünse de- öneminden dolayı... Altından kalkmak boynumuzun borcu.

Gölgemiz, her iklimde, her coğrafyada görülesi, taşınası bir gurura, olanca kendiliğindenliğimizin, olduğu gibiliğimizin yaratım ruhu gururuna çoktandır hasret! Bu gururu tüm yaygınlığı ve kapsadığı niteliklerle taşıyabildiğimizde de, bilmesi, öğrenmesi görmesi gerekenlerin “neyi ve kimi gördüklerine dair” kafası hiç karışmayacak.

Hiç yorum yok: