Pazar

Uyum ne ki!

Kimi sanat etkinliklerinin, yaşandığı zaman dilimi ile birlikte aktarılması gerektiğine inanıyorum. Çünkü bu sanat etkinlikleri, zamanın, kendisini de kapsayan o “kendi zamanından öte” diliminden etkilenme ve onu etkileme gücüne her zaman sahipler. Her izleyicinin, kendini seyre hangi yaşantıdan beslenerek geldiğini, neyi nasıl deneyimlediğini hiç umursamaksızın bu ön-zamanı “bir şeye dönüştürür”, “farklılaştırır”, “rengini tamamlar”... Bu da yetmez; artık bilir ki, kendinden sonra yaşanacaklar da izini taşıyacaktır ve gelecek zaman da hiç umulmadığı, öngörülmediği kadar değişecektir.

Ya da ben böyle düşünür, sanarım.

Zamanı esnekliğini duyumsayarak yaşıyorum uzundur. Ama o bana, esnekliğinin uzayabilen yüzünü gösteriyor genellikle; kendini açıyor, genişletiyor, yavaş ve ağır süzülüyor... Her gün bir-iki güne, her gece birçok geceye dönüşüyor. Yakınmayı bıraktım. Bunu “şans” olarak kabul etmekten başka seçeneğim kalmadığını farkedip de kendimi kandırabiliyorum bile artık üstelik.

Yine öyle bir gündü. Sabahın köründe yatıp, öğlene doğru uyanmıştım. Düşümü üzerimde keçe bir tapınak gibi taşıyacaktım hatırlayana kadar. Buz gibi su iyiydi kış öğlenleri bazen; çay yapmalıydı. Ayva reçelinin serinliği... Güneş vardı salonda; işte bu iyiden de öte, yaşamın kıyağıydı bana.

Evde yapılacak bir şeyler her zaman bulunur istenirse... İstenmiyorsa?.. Çıkmalıydım. Sabah yürüyüşlerini öğleleri yapmalı; kalabalık olsunlar.

İşten haber yok. Çok sayıda insanı işten atacağını söyleyip, ardından pusuya yatan patronlar... Her dakikayı bir gün gibi yaşayan iş arkadaşlarım... Tam bir aydır “liste” açıklansın istiyorlar, bekliyorlar. Bedenlerini, ailelerini, geleceklerini düşünüyorlar. Kaygı yerini sıkıntıya, öfke ise inanamazlığa bırakıyor. Yaşamları üzerine karar verenler için bazen “isim” bile değil onlar. Belki sadece sayının haneleri! Her zaman fütursuzca rahat değil miydi onların yaşamlarının yönelimini belirleme gücünde olan ötekiler!

Yürürken ayazı farklı farklı yaşarım ben İstanbul’da. Bazen içmek isterim onu. Bazen tenime, bedenime konuk olsun, zarar verecekse de versin... Bazen de sarınırım, kulağımda annemin sesini taşıyarak: Sen en çok boynunu korunmalısın Hakan! (-Hayır anne, en çok yüreğimi...) Sarındım. Kendimi koruduğum için sevindim. Güneşten utandım; sonra “o beni anlar,” dedim.

“Amerikan Sapığı”nı okuyorum uzundur. Şimdi de son satırları var sırada; espresso ve sigara eşliğinde okumadan önce günlük gazeteleri karıştırıyorum bir kafede. Sıra ona gelsin mi? Gelmesine izin vereyim mi? Her gün bir başka kitabı okuma halimi dizginleyen bir o oldu. Şaşkınım... Bu kadar çıplak, insafsızca sert, gerçek ve politik olanını hiç görmemiştim. Önerilemeyecek kitaplar vardır; önereceğinin ne kadar dayanıklı olduğunu bilememekten dolayı. Kaçımız içimizdeki kötünün gözlerine bakıyor ve onu biliyoruz? Ben bildiğimi sanırdım. Yine de şu ya da bu stilistin çizgisini diğerinden ayırabilecek bir göze sahip olmayı öğreniyorum birkaç yıldır. Ne ilgisi var demeyin; markalar önemlidir.

Evden çıkmadan 7 aydır yıkatıp da bastırmadığım 3 rulo siyah beyaz filmi de aldım yanıma. Filmler hakkında tek hatırladığım, Samotraki adasındaki sempozyumda çektiğim birçok kareyi de içerdiği... Eskiden ucuz, defolu ihraç fazlası giysilerini satın aldığım dükkanla önü kapanan pasajın en dibindeki fotoğrafçıya bıraktım onları. Akşam yedide gidip alacağım. Sekizde de Dulcinea’da Mustafa Kaplan’ın “Uyumlama”sını izleyeceğim. Gece programını yavaştan kurup, kendimizi hoşnut kıldığımız gündüzler... O saate kadar yapılacakları bilememek, kurgulayamamak hiç de tanış olmadığım bir duygu değil.

Gün bir biçimde geçti. Kitap bitti. Kalakaldım. Eve döndüm, elektronik mektuplarıma baktım. Massive Attack’ın Mezzanine’i eşliğinde dansettim. Dansederken hâlâ ısrarla içeri süzülen güneşin son ışınlarını giysilerime yaydım. Terledim. Öksürdüm bol bol. Yıkadım bedenimi. Meditasyon yaptım. Düşümü hatırladım: Su içinde ağaçtan bir ev. Pencereleri camsız. Tek bir odası var. Hava güneşli. 30-40’lı yaşlarda insanlar (tanımadık) içeri giriyorlar, biraz şaşkın, biraz telaşlı. Daha sakin bir eski sevgili, onları buyur ediyor. İlgisizim. O da bana. En geride ben kaldım. Önümde, kucağında kundaklanmış bir bebekle genç bir kadın. Eşiğe bırakıyor bebeği ve o da giriyor. Ben şaşkınlıkla yerdeki bebeğe bakarken, çok güçlü bir dalga bizi süpürüyor, bebeği alıp içine denize dönüyor. Dönüp dalıyorum suya. Kurşun gibi iniyor bebek derinlere. Ben de ardından. Asla yetişemeyerek. Karanlık mavi sularda onun bana bakan gözleri... Konuşuyor sessiz: “Korkma asla nefes almayacağım su içinde; sen yeter ki bana yetiş ve kurtar!” Nefesim bitiyor ve ölmeye karar veriyorum. Ölüyorum. Yiten canımın ardından hafifliyor, hızlanıyor ve bebeğe ulaşıp geçiyorum onu. Sonra durup, kucağıma alıyorum ince, sarılı bedenini. Su yüzüne yükseliyoruz. Ağaç evin önünde bekleyen, korkulu, telaşlı, çaresiz insan gölgeleri... Sudan çıkıp da genç kadına uzattığımda bebeği, öldüğümü unutmamam gerektiğini hatırlıyor ve yavaşça yükseliyorum gökyüzüne...

Değişiyorum. Ellerim karıncalanıyor. Trevanian, “20. Mil”de genç kahramanını “öteki yer”e geçip de kendini soğutup korumayı öğrenen çocukluğunu anlattığında, bunu benim de ne kadar iyi bildiğimi hatırlamıştım. Şimdi de bunu hatırladığım anı hatırlıyorum. “Öteki yer”, istersem her zaman elimin altında. Ne yazık ki hâlâ iyi bir savaşçıyım. Bir de geri çekilmeyi öğrensem. Sakinleşsem...

Akşam indi. Yola çıkma vakti. Kokumun serin ıslaklığını boynuma sıvayıp sarınıyorum. Botlarımın bağcıklarını sonuna kadar sıkıyorum. Bacaklarımın kopmaz parçası, rüzgarımın tetikçisi olsunlar. Yürüyorum. Filmler yıkanmış, basılmış. Zarfları alıyorum. Lades’e yürüyorum. Komposto kavanozlu, şekerpareli vitrinlerini geçip giriyorum. Basılan kartlara baktım dükkanda. Sırtımdan ter akıyor ince ince... Bir kadının 6 kare güzelliğini görmeyi beklemiyordum bu gece. Hazırlıklı değildim, bir kanapede eğilip kapanan, açılan bir bedene; neşeyle dudaklarına, bana uzanan ellerine... (Bana uzanıyor muydu?) Bir giysinin sıyrılıp da gösterdiği o gergin karına duyduğum iç acıtıcı özleme... Abim son masada lokantada, yüzü bana dönük. Sevinçli, şaşkın. Bozmadan yürüyorum masaya, eğilip öperken: Geç kalmadım değil mi? Gülüyor. Rastlantı sevindiriciydi, şakam ise eğlenceli. Soruyor, nasılım... Nasılım? “Harika, hele şimdi... Bu fotoğraflarla... Geceye hazırım. Bedenim kamaşıyor.” Kaygılı gözleri... Gülümsüyorum: İyiyim, merak etme.

Koşa koşa Dulcinea’ya gidiyorum. Bodyguard gülümsüyor: Hoşgeldiniz Hakan Bey! Ben: N’aber? İnsanlar. Hareket içinde bedenler, kalkan başlar, kahkahalar, akan bedenim. Soyunuyorum bara gelinceye kadar. Barmen: Hoşgeldiniz Hakan Bey! Ben: İyi misin Yıldıray? O: Sağolun, siz? Ben: Harikayım! O: Jameson? Gülümsüyorum. Koyuyor bardağa. İlk yudum. Bakabilirim artık, görebilirim. Gösteriye 5 dakika var. Sigaram, biten içkim. Birkaç merhaba daha... Paltomu, iç cebindeki fotoğraf zarfına doğru katlayarak DJ’e verişim. Merdivenlerden inişim.

Bir telefondaki ses gündüzden kalan. Tedirgin, sinirli: “Yoldayım!”. Gelen bu geceye, bana... Ne kadar bozarım her şeyi istersem; ne kadar kirletebilirim! Ne kadar haksızlık edebilirim kendime?! Arada bir tek gösteri var geceyle, gelenle, akşam ve ben arasında...

Duvara dayalı iki sıra insanın en sağına geçtim. Bir erkek ve bir kadın, mekana paralel bir demire fırlatmaya başladılar bedenlerini. Soluk sesleri belli belirsiz. Ardı ardına, birlikte... Her fırlatışın öncülünde bir hazırlık salınımı... Demiri tutan parmakları. Kadın, başparmağıyla kavramıyor. Erkeğin başparmakları güven nedeni. Bırakış... Zemine... Sert ve çırpınan ceninler kapanıp açılıyor. Kalkmaya karar verene değin, artan soluk sesleri. Kadın: muzip ve dikkatli kara gözbebekleri. Erkek, yorgun, düşünceli. Kadın, usta bir genç panter. Erkek, bilge bir avcı. Dedim ya, yorgun. Bir el tutamıyor demiri, düşüyor erkek. Kadın bekliyor. Erkek fırlıyor yeniden onun yanına. Sallanıyor bedenler boşlukta ve düşüyor. Bir yumruk boğazımda. Neden gerildim bu kadar? Neden üzgünüm ben? Neden şaşkınım, neden tenim seyiriyor sol kolumun o yaşlı nabzına eşlik ederek? Soluk sesleri, inen göğüsleri, kalkan göğüsleri, akan ter, soluk sesleri, bedenlerin yay gibiliği, temkini, çaresizliği, kent gibiliği, hazırlıksızlığı, donanımı, soluk sesleri, onlar, biz, zeminin kahverengisi, bol giysileri uyluk kemiklerine doğru süzülen, bir kirli beyaz renk, her şeyin doygunluğu...

İki kadın bu kez. Bir başka demire doğru duvara tırmanan, matrix kadınının adımları ile... Duran. Beklenmedik düşüşü diğerinin kucağına... Tırmanışı yeniden, sesi: Üç. Diğerinin tutuşu: Bir. Yer değiştirişleri, tırmanan bedenler. Duran, düşen. Kavrayan. Sesler: Bir, üç, iki. Yer değiştirişleri. Açılışları. Ritmi ve tekrarı bozuşları. Birinin eğilişi, diğerinin basışı o bedene.. Sayılar... Karanlık. Soluk sesleri.

Yine aynı dişi genç panter bu kez ve bir erkek. Erkek iri. Ortalarındaki nesne, buzdolabı. Taşınmaların en zor ağırlığı. Paket bantlarıyla boydan boya sarılı. Bedenler yerde sırt üstü. Bacaklarının tüm gücüyle diğerinin üzerine atıyorlar onu. Diğeri karşılıyor. Bu kez o fırlatıyor. Son anda kalkıyor ayaklar, son arda tutuyor ve döndürüyor diğerinin bilmediği bir yöne nesneyi. Yine fırlatıyor, yine karşılıyorlar. Döne döne mekanda,. Çize çize kaplamaları, bir şiddet oyunu oynanıyor. Soluk seslerim. Yanımdaki izleyici kadının gözleri. Soluğumu düzenlemeye çalışmam. Tam o sırada aktı gözyaşım. Salak mıyım ben! Fırlıyor kadın altta yatan erkeğe rağmen, onun için buzdolabının üstüne yatıyor. Yine cenin. Yine temkin. Ve itilerek bacaklarla ağır ağır yükselen dolap ve altında kalacak kadın birazdan ve bilirler nasılsa nasıl kalınmayabileceğini, bilirler bu performans onların... Biz izleyici. Bir çocuk izleyenler arasında, korkulu. Annesinin bacakları arasına sıkıştı. Kadın artık yorgun, soluğu ardı ardına patlıyor boşlukta. Bedeni yay. En son düşen buzdolabının o sesi ve dışında bedenler...

Alkışlıyorum, alkışlıyorlar... Yavaşça merdivenlere yürüyorum kaçarcasına... Yüzümü yıkamalıyım. Ağlıyorum. Salağım ben. Onlar karşımda. Çoğu arkadaşım. Sarılıyorum sırayla. Kutluyorum galiba... Şaşkınlar yüzümden. Gülümsüyorum burnumla çenem arasında bir yerden; galiba. “Bir tek David Lynch becerdi bu kadar bilmediğim, beklemediğim bir yerden beni kavramayı. Şimdi bir de siz. Alçaksınız!” diyorum. Gülüyorlar. Kaçıyorum tuvalete. Uzun uzun yüzümü yıkıyorum. İçkimi özlüyorum. İnsanlar çıkıyor karşıma. “Nasıldı?” “Çok iyiler. Çok şaşırdım. Ne olur kaçırmayın!” Sesim beni örten bir tül perde. Bilmiyorlar. Kapıya doğru bakıyorum. Gelen geldi mi diye. Hazırım uzun bir geceye, birçok gece kadar. Dansedeceğimi biliyorum. Gözümü kapatıp, bir sarı oda varedip çevremde, duvarlarında yürümek üzere... Isısıyla görülür olan bir başka bedene değmeden, sürekli hızlanarak... Birileri, birisi, beni seven bir ses, ten, iyi gelecek biliyorum. (Ben de ona, onlara iyi gelsem!)

Gelecek öğlende de bir sabah yürüyüşü yapmalı. Tarazlanmış bir bedeni sarmalı. Boynumu korumalı. (Burası ne kadar kalabalık tanrım!)

Hiç yorum yok: