Pazar

Geri dönüp, değinmek zorunda kaldığım bir yazı ve Vasıf Kortun üzerine...

Vasıf Kortun’dan, “Bienal savunmada, ben hasret içindeyim” başlıklı 5. Kekeme’ye bir cevap geldi. Pek cevap diyemeyeceğim aslında; yazıda seslendiği dilin öznesi ben değilim. Bir ihtimal, yeni dergisi (sanat dergileri arasında nitelikli bir zenginlik) olan Resmi Görüş’te yayınlamayı düşündüğü bir yazının metni. Kortun’un “Hakan Akçura'nın Dulcinea sergisi yazısı üzerine:” başlıklı bu yazıya benim yazımın altına ekledim.

Kortun’un söyleminin bir tür küstahlığı herkesin malumu. Bu tarzı bilerek seçtiği, başka türlü olamayacağı, hatta yakıştığı bile söylenebilir.

Ama benim yaratımımın kendini beğenmişliği, bunaltıcı sınırları konusundaki düşüncelerini ya da arzularımın rahat bırakılmasına dair dileklerini tartışabileceğim son insan olduğu kesin. En azından “rahatlamasını istediği” arzularımla ilgili hiçbir muradının olmamasını gönülden dilerim.

Ama o yazıyla, Kortun’un kimi ciddi algı, anlama sorunları olduğu konusunda kuşkularım kabardı.

Öncelikle Alptekin ve Birsel’in Dulcinea’da sergilediği işlerinin niteliği konusundaki sözlerim, yaratımlarının niteliği üzerine değildi. Anlayamamış. Böylesi bir Bienal-eşzamanlı ve “günümüz çağdaş sanatçıları” sunumu taşıyan sergide, bizzat kendilerinden beklediğim özenle ilgiliydi. Alptekin’in yetkin yaratımının, elbette ki tekrarlar ve “permütasyonlarla” yürüdüğünü biliyorum. Ama, bizzat aynı mekanda iki ay önce sergilenen bir işini (ki bence çok daha paradoksal ve keyifli bir yorumla) yeniden sergileyen Alptekin, bu sunumuyla, bence bu sergiye dair değil, önceki kişisel sergisine ilişkin bir “eksiklik duygusu”nu bir sanatçı ve sanat takipçisi olarak bana iletiyorsa, bu “zaafı” yine benden duymalıdır. Asla Kortun gibi bunu, yaratımının asal niteliğine ilişkin bir haksız eleştiri olarak göreceğini sanmıyorum. Ayrıca eminim ki, haksız ya da haklı her türlü eleştirinin de yaratımını zenginleştireceğinin bilincindedir. Avukata ihtiyacı ise hiç yoktur.

Birsel ile ise, yaratımının genel niteliğine ilişkin eleştirilerimi ve sorularımı zaten bildiği açık ve dostça bir diyaloğumuz vardır. Açılış gecesinde, Kortun’un “sokaktan bulunmuş alım ve kullanım niyeti değerini yitiren toplar” diye tanımlamayı yeğlediği, benimse “nereden bulunduğunu asla bilemeyeceğimiz, alım ve kullanım niyeti değeri, sanatçı tarafından aynı referanslar üzerinden (satın alınabilir ve vurulabilir, ele alınabilir, oynanabilir toplardır yine onlar) tekrar üretilen toplar”a ilişkin sorumun ilk muhatabı bizzat Birsel’dir. Kendi içinde bir ironiyi taşıdığını söylediği satma kararı ve satıldıkça yenisi mekana katılabilecek toplara ilişkin alaycılık açıklaması ise o’na aittir. Benim yorumumda ise, evet izleyene/katılana karşı bu saldırgan bile olamayan sığ bakış, “onları ahmak yerine koyuş” olarak adlandırıldı. Bu “alay”ı savunmak ya da savunmamak, hakkında yazı yazan ben isem, tabii ki bana bağlı... Onun da avukata ihtiyacı olmadığını bilemeyen Kortun, eminim ki, Birsel’in gerekli açıklamasını ve savunusunu yaptığını ve yazımı onun üzerine kurduğumu hiç bilmiyor. Bilmesini istedim.

Şangar’ın yaratımının ise hayatı boyunca aile içi sorunlara dair olmasına hiç itirazım yok. Bizzat Şangar’ın itirazının olacağına ise Kortun’un aksine eminim. (Bu arada, Kortun’un itiraz etmediği hayat boyu fırça-boya kullanıcısı ben isem, sanatımı biraz daha iyi izlemesini öneririm; mesleği gereği en azından...) Şangar’ın buna itirazı olacağına iki nedenle eminim. Bir, sanatını ve arayışını izlediğim ve bildiğimden; iki, gördüğüm ve “gerçekten özgün” diyebileceğim ilk işi olan Dulcinea’daki yapıtında kendi konu özneleriyle kurduğu ilişkiden... Herhangi bir ilgili, Kortun ve en önemlisi Şangar, bana şunu iddia etsin çok isterdim: “O yansıma içinde kavgaya tutuşan iki öznenin hiçbirimizi inandırmaz acemi vodvil oyuncusu halleri iş’i güçlü kılan niteliklerdendir.” Sanmıyorum. O öznelerin hallerinin sahiciliğine çok bağlı olan o dikizci, teşhirci, kırık gözünü istiyorsam Şangar’dan, bu onun sanatıyla dayanışmam, saygım içindir. En iyi kendi bilir, hisseder ve eminim ki onun da avukata ihtiyacı yoktur.

Gelelim Altındere’ye. Daha önce dediğim gibi “Halil Altındere'nin bana oldukça vulger (kaba) gelen yaratımını ise çok ciddiye alıyor ve bu yaratımı için kullandığı söylemin statükoyu koruyan ve besleyen egemen erkek ideolojisiyle bağlarını bir başka yazıda ayrıca tartışmak istiyorum.” Bu tartışmanın günü bugün değil. Ama olmasını isteyenlerin başında Altındere’nin geleceğini biliyorum. O, bu cümlede vurguyu, Kortun’un çok beğendiği “vulgerliğine” yapmaz umarım. Elbette ki, “varolmak istediği vulger tarz” üzerine kurulmadı o cümle. Bu vulgerliği yaşarken kullandığı seksist dilinin nasıl olup da, tam da en olmasını dilemediği ve bunu tüm yaratımında tartıştığını umduğum, gördüğüm, ulusal, kurumsal ve cinsel kimliklerdeki sorgulamacılığını, tersyüzedişini, eleverişini ve ortaya çıkarışını, “statükoyu koruyup, besleyen” bir renge büründürdüğünü merak etmeli. Edecek eminim.

Küratör-sanatçı ilişkisine dair cümlelerime gelince... Bu konuda iğnem Kortun’a ise, çuvaldız sanatçılara idi. Kortun, konumunu çok dolaysız ve cesur bir kabullenişle olmasa da kabullenmişe benzer... Hiçbir itirazım yok. Olduğu gibi anlar ve saygı duyarım. Sanatçı arkadaşlarıma yönelik uyarım ise, keçisiz köyün Abdullah Çelebi’lerine giderek daha sık eklenen, başka türlü anılmamaya başlayan kimliklerine saygımdandı. Küratör-sanatçı ilişkisinin “eşitlikçiliğine” vurgumu da Kortun’un hiç anlamadığı hakettiği yerden anlayacaklardır. Kortun, zihin akışını en çıplak biçimde bu konudaki ucuzluğunda ortaya sermiş. İyi de yapmış. Daha anlaşılır bir yol açıldı önümüzde... Benim eşitlikçi sıfatımı, iki ayrı öznenin karşılıklı eşit konumlarda yeralması olarak algılamamakla başlamış yolculuğuna... Ya ne? Küratör karşısındaki sanatçıların eşit olanak ve konumda olması olarak algılamış. Algılar. Ama yetinmemiş, benim “histeri içinde sözkonusu sergide yeralmak isteğimden ve hezeyanımın nedeninin bu olduğundan” sözederek, bir kez daha kendini bu serginin “katılım dilenen seçicisi” kılmış. Tam da dediğim bu etkiydi ya!

Parantez açmam gerekiyor. Dulcinea “çağdaş sanatlar için özgür mekan” projesi, kişisel açılış sergisi açarak yeraldığım, varoluşunda elimden geldiğince katkıda bulunduğum, her etkinliğini eleştirerek desteklediğim bir projedir. Özel olarak da “Tepeler Arasında Tablo” sergisi, Bucci isterse seve seve eserimi verebileceğim, ama bunu ne Bucci’nin talep ettiği, ne de benim yüksünmek bir yana aklıma bile getirmediğim bir sergidir. Bu sergiye dair katkım ise, tüm basılı malzemenin metinlerinin son okumasını yapmak ve kimi sanatçıların işlerine teknik destek sağlamaktır.

Kortun, kendine, kimi sanatçılara ya da bir sergiye yönelik, savaş açma, kıskanma, hezeyan yaşama gibi çıkış noktalarıyla hiç ilgisi olmayan yapıcı nedenlerle de yazı yazılabilmesinin, o hiç ummadığı İstanbul’da olanaklı olduğunu öğrenmelidir.

Bir çağdaş sanat küratörü, gönüllü kütüphane ve mekan kurucusu olarak Türkiye’deki ve yeryüzündeki varlığına her koşulda sevindiğimi de...

Öğrenmek deyince aklıma geldi, elbette ki bugün hiç istemesem de, bir gün eğer istersem “küratörlük dersi” alabilirim kendisinden, ama ilke olarak ona verebileceğim “yaratıcılık” dersi konusunda çok istekli değilim. Bu da benim zaafım, ne yapayım!

EK:

Hakan Akçura'nın Dulcinea sergisi yazısı üzerine:

Yaptığım sergileri her anlamda imzalamaya önem veren küratörlerden olduğum düşünüldüğünde bir serginin gizli küratörü olmak bir hinliğin benim harcım olmadığı belli olur.

Dulcinea'da gerçekleştirilen "Tepeler Arasında Tablo" ile ilgim, Hakan Akçura'nın ön yargılarının aksine söyle gelişti: Claire Bucci, İstanbul Güncel Sanat Projesindeki yaklaşık 40 sanatçının dosyalarını inceledi ve aralarından bazı isimleri seçti. Bucci'nin geçen yıl oluşturduğu programı nasıl temellendirilebileceği konusunda konuşmalarımız oldu. Evet, ulaşılmaz olduğunu düşündüğü bazı isimlere Türkiye'den hiç bir talep olmadığını, onlardan kimsenin sergi istemediğini hatırlattım ki bu isimlerin arasında Ay(ş)e Erkmen, Hale Tenger ve Gülsün Karamustafa gibi sanatçılar vardı. Tıpkı Proje ofisini ziyaret için yurt dışından gelen profesyonellere verdiğimiz hizmet gibi Bucci'ye yardımcı olmaya çalıştım. Sergiyle ilgimin sınırları budur. Uzmanların seçimleri beni ilgilendirmez ve onlara müdahele etmenin de doğru olmadığı kanısındayım.

Sadece arzuladığımda sergi yapan, bildik modelleri yinelemeyen bir küratör olduğumun net bir şekilde anlaşıldığını sanıyordum. Anı/Bellek 1 ve 2, Karma Resim Sergisi ve Özel Bir Gün gibi Türkiye'de gerçekleştirdiğim projelerde ve yurt dışında yaptığım sergilerde bu görülebilir.

"Benim" sanatçılarım olmadı ve böylesi bir sahip çıkmaya sanatçıların da tepki göstereceğini umarım. Ne kimseyi temsil ediyorum ne de sanatçılar sadece benim onayladığım projelerde varoluyorlar. Danışmak, fikir alışverişinde bulunmak, her profesyonelin yaptığı bir şeydir. Sanırım bu konuda Akçura adresini şaşırmış. Daha önce çalıştığım sanatçıların tümü de değişik grup sergilerinde ya da kişisel sergilerde önceden de varolmuşlar, biyografilerine bakmak yeterli. Sanatçılarla yakın bağlarım var, bu bana bazı işleri ve projeleri önceden görmek, fikirlerimi belirtmek, ve isler arasında belli okumalar yapmak fırsatını veriyor. Bu anlamda da mesafeli, klasik, nesnel bakışlı küratör modelinin dışında varolmayı tercih ediyorum. Sanatçılar da bana geliyor çünkü Türkiyenin en iyi güncel sanat kaynaklarına sahip bir kütüphaneyi halka açık işletiyoruz, gönüllü olarak, özveriyle, karşılığında bir şey beklemeden.

Akçura'nın küratör model önerilerini, bu konudaki bilgisizliğine bağlıyorum. Akçura'nın "Değişebilir sanatçı isimleriyle, değişik sentezler kurabilir seçici kimliğinin, hangi sergiyi ne gibi bir zeminde varettiği ile değer kazanacak doğru küratörlük konumu yerine, böylesi bir "taraf olma, sahip çıkma" anaç konumunu seçmesinin günahını ise asla yalnızca ona çıkartamıyorum" cümlesine gelince, kişisel seçimlerimi de anlamlandırabilecek bir durumda olduğum kadar, kendisine bir küratörlük tarihi dersi verebilirim ama, takım tutulmasında da hiç bir sakınca olmadığının altını çizmek lazım. Nitekim, özellikle Avrupa eski kuşak küratörlerinden Bloch, Szeemann gibilerinin aynı sanatçılarla yaşam boyu çalışmak gibi, adı konmamış bir ilkeleri vardır ki, bunun nedenlerinden biri de galeri mekanizmasının tam anlamıyla oturmadığı yerlerde küratörün yüklenmek durumunda kaldığı sorumlulukla ilgilidir. Ayrıca, bir küratörle bir sanatçının çalışma biçimlerinden beri mukavelesiz bir birliktelik gibi de olabilir ve bir arada bulundukları sergiler arttıkça birbirlerini daha iyi anlar duruma gelirler.

Akçura'nın tahayyüllerinin aksine, Paris'te ne 2000 güncel sanatçı var ne de 200 küratör. Fransa'da devlet kurumları dışındaki küratörlerin sayısı bir elin parmaklarını daha iki yıl öncesine kadar geçmiyor ve Jerome Sans gibi bağımsız küratörler daha çok Fransa dışında projeler gerçekleştirmek zorunda kalıyorlardı. Akçura şehirleri karıştırmış olmalı. Bu arada çok meraklı olduğu o eşitçilik kavramına gelindiğinde tam faka basıyor , çünkü sanatta demokrasi ya da eşitlikçilik yoktur ve olmaz da. Bir avangard müzik grubunun şarkılarından (birinin) adı "What About Me" yani "peki, bana ne olacak" idi. Şarkıyı söyleyen gittikçe artan haykırışlarla, bu sözü yinelemekteydi. İşin özü de burada zaten, Akçura'nın metninin altında yatan olgu gittikçe histerikleşen bu cümleyle yankılanıyor: Ben neden bu sergide yokum?

Akçura'nın, Vahit Tuna'nın tümü önceden sergilendiği işlerinden bahsettiği zaman, hokuspokus'un ve kartpostalın daha önce gösterilmediğini ve gösterilmiş olsa bile hiç bir şeyin değişmeyeceğini, Hüseyin Alptekin'in işinde ise sürekliliği ve işlerini değişik permütasyonlarla yeniden bir araya getirerek anlamlandırmasını kavraması gerekirdi.

Selim Birsel için yazdıklarına geldiğinde, seyircinin neden ahmak konumuna konduğunu anlamakta güçlük çektim. Birsel'in sokaktan bulunmuş alım ve kullanım niyeti değerini yitiren toplardan kurduğu işte, eder olgusunun ve çoğaltımın ne denli zeki bir ilişkide olduğu bir yana, bu zamanda bir sanat eserinin değerinin ekmekle ölçülmeyeceğini (un+maya+fırın+emek) bir sanatçıya hatırlatmak zorunda kalmak acıklı bir durum.

Bülent Şangar yaşamı boyunca ailesini kullanabilir, kimimizin yaşam boyunca fırça ve boya kullandığı gibi, burada ne gibi bir sorun olduğunu kavrayamadım.

Altındere'nin işi hakkındaki vülgerlik sözünü çok beğendim, evet vülger, çünkü öyle olmak istiyor. Akçura feminist erkek sanatçı olarak kendine koyduğu bunaltıcı sınırları ve öteki hakkında konuşacak kadar kendini beğenmişliğinden vazgeçip arzularını rahat bıraksa iyi olacak.

Benimle çalışan bir takım olduğu iddiasına dönersek, benimle hiç çalışmamış ama büyük ilgi duyduğum bir dizi sanatçı var Türkiye'de. Bunlardan Ayşe Erkmen, Füsun Onur, Sarkis, Cengiz Çekil gibi bir dizi isim sayabilirim. Tipkı daha önce çalıştığım ama son zamanlarda sergilerini yapmadığım sanatçılar gibi.

Vasıf Kortun

Hiç yorum yok: