Pazar

Kurduğu geleneğe sahip çıkacak Bienal nerede?

İstanbul Bienali’nin tüm mekanlarını gezdim nihayet. Seçicilerin, düzenleyenlerin kimliği ve niteliği ne olursa olsun, insanlar hiç değilse çağdaş sanatın yeni örneklerini görsün, bilsin istediğimden tepkimin oklarını sakındığım bir etkinlik değil artık Bienal. Çünkü, utanmadan, yüksünmeden insanların karşısına çıkardıkları, bir üçüncü sınıf akademi sergisi... Üstelik içinde (bir-iki çok yeteneklinin yanı sıra) yeteneksiz, kolaycı, ilk akla gelen “yaratım”ları ve sunum biçimlerini yeğleyen bir dolu öğrencinin olduğu bir sergi. İnanmayın, ne çağdaş sanat bu; ne dünya genelinde çağdaş sanatın bulunduğu çizgi bu, arkadaşlar... İstedikleri kadar, Paolo Colombo’nun, sanatın yumuşak, kadınsı yüzünü öne çıkardığı, hiç bilinmeyen isimlere kapı açtığı bienal diye anlamlandırmaya çalışsınlar, hatta hiç sakınmadan kimi sponsörlük sorunları yüzünden küratörün “diplomatik” adımlar atmak zorunda kaldığı özrünü önümüze sürsünler; bu sorumsuzluğa tepkinizi gösterin ve o genel niteliği ile bir önceki yazımda neden beğenmediğimi aktardığım Dulcinea’daki serginin bile “ne yazık ki” seçimleriyle Bienal’den çok daha cesur olduğunu gösterin derim bu Vakıf fütursuzluğuna...

*

Bienal Sergi Defteri’nin ve Sanat Forum’un
[Superonline Çağdaş Sanatlar sitesinin okuyucu forumları] Oblomov’unu ilgiyle izliyorum ve üslubuna itirazım olsa da şu dediklerine tartışmaktan yanayım:

“Bienallerin üç aşağı beş yukarı (sergileme düzenine kadar) aynı olduğu ortadadır. Yapıtlar birbirinin doğrultusunda üretilir, çarpıcı olmasına özen gösterilir (çünkü, artık yapıtların içselliği en alt düzeydedir, bu yüzden izleyicinin yeniden anlamlandırmasına zaman yoktur ve yapıtlar "açık" yorumlara yönelecek "ima"lardan yoksunlaştırılmıştır). Bu yüzden yapıtların "düz ve çarpıcı" olmasından başka çaresi yoktur. Sanatçılar buna erken uyandılar ve "çarpıcı" olmaktan başka çarelerinin olmadığını biliyorlar. Birkaç günde yüzlerce yapıtın algılanarak yeniden anlamlandırılması mümkün mü?...”

Oblomov’un, bu durumun nedeni adına verdiği yanıt ise şu:

“Sanatçının ve izleyicinin yapıt karşısındaki edimini ortadan kaldırmak, "sistem içi gerçeklik"ten dışarı çıkmamak için... "Yeniden gerçeklik" yaratan bir yapıtı oluşturmak ve onu izlemek için yeterli zaman yoktur ki... Özellikle 1980 sonrası, plastik sanatlar kadar merkezî iktidarların ve sermayenin dümen suyunda hareket eden, ona yalakalıkta en ön sırada yer alan başka bir sanat ve dahası; bir "iş" yoktur.”


Katılmıyorum. Ama önce bir başka katılmayan’ın cevabını aktarmak istiyorum. Sanat Forum’un Uras’ı diyor ki (bu Uras’ın Ufuk Uras olup olmadığını nedense çok merak ettim):

“Böyle bir yargıya nasıl vardınız, doğrusu pek şaşırdım! Bunun tersini kanıtlayacak onlarca delil sayabilirim size. Birincisi merkezi ve yerel iktidarların bu sanat dalına ne kadar fon ayırdığına bir bakınız. İkincisi, özellikle güncel sanat üreten genç sanatçıların bugün hangi şartlarda ve zorluklarla(bu işten para kazanmadan)üretimlerini sürdürdüklerine dikkat ediniz.

Merkezi iktidarların plastik sanatların üzerine bir "edebiyat"da olduğu gibi gelmemişse bu bir popülerlik meselesidir. Ama hepten de unutmuş değillerdir. Hale Tenger’e 3. İstanbul Bienali’nde sergilediği işten dolayı dava açmayı ihmal etmemişlerdir."Dümen suyuna gitmek ve yalakalık " tezinize cevap olacak, aklıma hemen gelen üç yapıt:Selim Birsel'in "KURŞUN UYKUSU" 1995 Ankara Garındaki işi,Halil Altındere'nin 5.İstanbul Bienali’nde sergilenen işleri,Canan Şenol'un 98 Esbank Resim Yarışmasında sergilenen "Şeffaf Karakol" ve şu anda Dulcinea'da sergilenen "Nisa-i" adlı işleri...
Bienal’e gelince tek bir şey söyleyeceğim: 95 yılından bu yana takip ettiğim bienaller izleyiciye ve özellikle genç sanatçılara başka sanat yapma tarzlarının da olabileceğini göstermiştir. Sanatı sadece yöresindekilerle değerlendiren bizler için (bazılarını bu rahatsız etse de) iyi bir fırsattır. Fırsatı değerlendirelim:)”


Oblomov’un bu genel ve kolaycı saptaması –neredeyse- bu Bienal ile arayıp da bulamadığı karşılığını bulmaktadır. Yine de bu “durum”, onun saptamasını haklı çıkarmıyor. O’na, herkese ve “işin sahibi” olan İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’na hatırlatmak istediğim şey sadece, 4. İstanbul Bienali’dir. Zamanında, kendi yöneliminin olası oryantalistliğinin, “Orientation” konseptinin ortaya çıkmasında ne kadar etkili olduğunun işgüzarca tartışıldığı Rene Block, tam da o bienalde, çok önemli bir cümlenin altını çizmişti: Venedik Bienali’nin başını çektiği, sanatçıları vatandaşı olduğu ülkelerin “pavyonlarına” sokmayı ve oradan sunmayı iş edinen anlayış sınırların bu kadar tutucu bir biçimde yeniden çizilmek isteğinin ısrarına rağmen zamanımızın olası potansiyellerinin ve gerçekliğinin çok gerisinde kalmıştır. Ulusal, coğrafî, cinsel kimliğin, hele ki yaratım cesareti ve isteği ile sınır tanımadan yöneldiği uzam ve yol duygusunun tartıştığı, sentezlediği, ürettiği “iş”lerin sergilendiği bir bienal yapılabilir; ötesi, yapılmalıdır.

Block, altına girdiği, imzasını attığı cümlenin ağırlığının farkındaydı. Karşılığını verdi. Herkes hatırlamalı, hatta bence artık sahaflara düşen o bienalin kataloğunu edinmeli...

Sistem içi ve sistem dışı varolma halinin ve isteğinin, çağdaş sanatı nereden tehdit ettiğini ise bir başka yazıda tartışmak isterim.

Joseph Kosuth’un Borusan Kültür Merkezi’ndeki sergisini gezmeyenleri, o serginin son günlerine çağırıyorum. Kosuth’un tüm cümlelerini “okurken”, gidip geleceğiniz her yeri merak ediyorum. Anlatır mısınız?

Kekeme’nin sadece 6. Yazısı bu. Superonline’ın bu sitesinin, en azından bu köşesinin, bu kadar erken bir zamanda kendi forumlarından bile beslenebilir bir devinime ulaşacağını açıkçası ummuyordum. Emeği geçenleri kutlarım.

Bir de, bir de, her şeye rağmen Bienal’in Dolmabahçe Kültür Merkezi’ndeki sergisine gidin ve o yukarıda (“yiğiti öldür, hakkını ver” örneği) sözettiğim bu müsamerenin o birkaç yetenekli öğrencisinin kendini size hemen göstereceği işlerini mutlaka görün isterim. Ülkemden onlara katılan tek ismi, Neriman Polat’ı da!

Hiç yorum yok: