Pazar

Bienal savunmada, ben hasret içindeyim.

Sağa sola bakıp da, bir dizi sanat etkinliğinin birbirini beklercesine ortalığa saçıldığını gördüğümüz günler İstanbul’da.
Öncelikle Bienal başladı. Gazeteler, dergiler günlerdir, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın ve küratör Paolo Colombo’nun ne kadar isabetli bir karar vererek 6. İstanbul Bienali’nin açılmasından vazgeçmediğinden sözediyor. Bir de Bienal’in, biletlerden edineceği gelir, düzenlediği müzayede ve 20 sanatçının da yardımseverliği ile nasıl depreme akacak bir paranın kaynağı haline getirildiğini överek anlatıyorlar. Bienal üzerine yazılan ilk yazıların hemen tümüyle aktardığı tek bu bilgi...

Benden ne beklenir bilmiyorum ama, bu Bienal’in “ne iyi ki” böyle açıldığına sevinip Vakfı ve küratörü kutlayıp, sergilenen sanat eserlerine ilişkin tanıtım ve eleştirilere geçemeyeceğim.

Ben, tüm bu yayınlanan satırlarda tek bir şeyi okuyorum: lanet olsun ki, sanat, yine kalabalıklar ve devlet tarafından “bir eğlence olarak” algılandığı yerden, kendini savunmak ihtiyacı duyuyor. Varlığı için özür arıyor.

Yıldırım Türker, 19 Eylül 1999 tarihli Radikal 2’deki “Neler almalıyım yanıma?” başlıklı okunası yazısında şöyle diyor:
“...Hayata karşı devleti, insana karşı milliyeti savunan görüş göçük altında kalmıştır.... Türkçe bilmeyen köpekler ıslak burunlarıyla can çekiştiğimiz yerde bizi duyuyor. Kimi durumlarda dünyanın serapa vicdan kesilebildiğine, devletlerin değil insanların bir anda dil, din, ırk, sınır düşünmeden yekvücut olabildiğine tanık olmak az şey mi?”

O yazının hemen solunda da,Ceylan Ö. Gaitanidou Atina’dan yazmıştı:
“...Yunan kanı bize uymaz, diyen Osman Durmuş’ları, Türkler’e yardım göndermeyin. Bunları satıp bize saldırmak için silah satın alırlar, diyen eski Kamu Düzeni Bakanı Stelyos Popatemelis gibilerini de EMAK ve AKUT mensubu yapalım. Bakalım ırkçılık yapmadaki başarılarını, yıkık yedi katlı binaların enkazı altında canlı insan arama ve kurtarmada da gösterebilecekler mi? Daha doğrusu o koca popolarını daracık dehlizlere sokmaya cesaret edebilecekler mi, görelim..."

Gün, ne yazık ki böylesi felaketlerin hangi insanlık düşmanı siyasal kimliklerin sıvasının çatlattığını gösterdiği, yaşamın ana kaynaklarının güç kazandığı bir günken, bu kaynaklardan başka çıkış noktası olmayan sanat savunmada kalmamalıydı. Deprem felaketi (ya da bir başka felaket, örneğin bir savaş) bir uluslarası çağdaş sanat etkinliğinin yapılmaması için değil, daha görkemli, daha özenli yapılması için bir nedendir bence; hele kendi varoluşuna özür araması için asla değil.

Pentagon’un ve IMF’nin dayattığı, sınırların, yeni sınırların, ulusal kimliklerin, bunlar adına yapılan savaşların ve katliamların değer kazandığı yeni dünya düzeni’nde, çağdaş sanatın ırkçılığa, milliyetçiliğe, savaş kışkırtıcılığına, yeni barbarlığa karşı net konumu olduğu gibi İstanbul’a yayılmalıydı. Boğaz vapurlarının Bienal mekanlarından olmasından vazgeçilmiş. Gülemiyorum bile bu saçmalığa... Daha önce sadece sergilenmek için sanat eserlerini yollayacak bir dizi sanatçı ve bizzat gelmeyi düşünmeyen kimi sanat eleştirmenlerinin Açılış’ta yeralmak üzere İstanbul’a aktığı Bienal, kendine yakıştırdığı savunma durumundan çıkmak, çıkarılmak üzere ziyaretlerinizi, katılımınızı, eleştirilerinizi bekliyor.

*
Ben Bienal ve yanı sıra akan sanat etkinlikleri üzerine yazmayı gelecek yazıma kadar erteliyorum. Gidebildiğim tek Bienal mekanı, Dolmabahçe Kültür Merkezi. Diğerlerini de dolaşmalıyım.

Açılış için Bienal dönemini seçen üç sergi/sanat etkinliği ise, Dulcinea’daki karma sergi “Tepeler arasında Tablo”, Selda Asal’ın başlattığı Apartman projesi kapsamındaki “Ayakkabı” sergisi ve en önemlisi, Borusan Kültür Merkezi’ndeki kaçırılmaması gereken Joseph Kosuth sergisi. Bu yazıda salt Dulcinea’daki sergiden sözetmek istiyorum:
Dulcinea’nın karma sergisi, son yılların gözde çağdaş sanatçılarını ve sürpriz bir yeni ismi (Elif Ara’yı) kapsıyor. İlk ağızda, katalogdaki “bibliyografya seçimleri”nin vurgulanmış ismi olmasına, sergi açılışındaki fazla baskın konumuna bakıldığında küratör Vasıf Kortun’un sergisi sanılabilecek olsa da, olmayan bir sergi bu...

Halil Altındere, Hüseyin B. Alptekin, Bülent Şangar, Selim Birsel, hatta giderek Vahit Tuna’nın isimlerinin “sadece kendisi ile birlikte anılmasını” bu kadar istemesiyle, o sanatçıların giderek kendileri başlarına “okunmasını ve görünmesini” giderek engellediğini, “hiç istemediği” bir yerde onlara zarar verdiğini düşünüyorum Kortun’un. Değişebilir sanatçı isimleriyle, değişik sentezler kurabilir seçici kimliğinin, hangi sergiyi ne gibi bir zeminde varettiği ile değer kazanacak doğru küratörlük konumu yerine, böylesi bir “taraf olma, sahip çıkma” anaç konumunu seçmesinin günahını ise asla yalnızca ona çıkartamıyorum. Öncelikle, böylesi bir ilişkinin diğer “eşit tarafı” olması gereken sanatçılar, bu anaç kanatları fazlasıyla ister bir haldeler... Aklıma bedelli askerliğin kışlasındaki, neredeyse hepsi üniversite mezunu, iş güç sahibi yetişkin erkeklerin beş-altı gün içinde, hepsi belden aşağı 60 cümleyle hayatlarını sürdürebilir hale geldikleri “dil” içindeki zavallılıkları geliyor. Üsteğmen, onları toplayıp da, zaten diğer kışlalarla kıyaslanmayacak kadar abartılı olanaklarının üstüne ek olarak ne istediklerini sorduğunda, biri elini kaldırıp ve çok anlamlı bir dil sürçmesiyle “Hocam; pardon komutanım...” dedikten sonra eklemişti: “Kantine daha çok kaymaklı bisküvi gelebilir mi?” Üsteğmen, aşağılar bir edayla, neredeyse inanamayarak ona bakmış ve “elbette, iletirim gereken yerlere!” diyerek cevapladı. Tam bu karşı karşıya gelişte, o ordu malı askerlerin, o “entelektüel” kalabalığa dudak bükerek bakmasına, davranmasına diyebileceğim hiçbir söz kalmadı.

Sanat ortamımız, örneğin bir Paris’in 2000 sanatçılı ve 200 küratörlü ortamı olmadığı için, sanat ortamındaki varoluşun, hiçbir yeni seçimin, sergilemenin “bir savaş oyunu olmadığı” zengin eşitlikçiliğinin, iki küratörlü, 50-60 çağdaş sanatçılı bizim ortamımızdan beklenemeyeceği de bir gerçek belki. Yine de özsaygısı, işinin niteliğine isteği ve güveni olan sanatçılara hasretim, karşılığını bulsa diyorum... Vahit Tuna’nın tümü, Hüseyin Alptekin’in yarısı daha önce sergilenen işini yeniden sergilemekten beis duymaz özensizliğini, Selim Birsel’in “hiç utanmadan” her birine 10 dolar fiyat biçtiği (ve hatta satılırsa, sergi boyunca yenilerini de getirerek onları da satabileceğini söyleyebilerek seyirciyi ahmak yerine koyduğu) kullanılmış toplarıyla kurduğu sığ ve boşlukta gezen oyun cümlesini, Bülent Şangar’ın artık kendine bile gına verdiğini düşündüğüm kurmaca aile hicivlerini yeniden sunabilme rahatlığını saygı ile izleyemiyorum.

Bu arada, Hale Tenger’in, her zamanki yalın derinliği ile kurduğu “temel cümleyi” nasıl sanata dönüştürdüğüne ise hayranlıkla bakıyorum.

Dulcinea (çağdaş sanatlar için özgür mekan) projesinin ve sanat yönetmeni Claire Lyse Bucci’nın bir yıl içinde ulaştığı saygınlığın ve vazgeçilmezliğin, Bienal sırasında böylesi bir karma sergi ile yaygınlaşma arayışına girmesi ne kadar anlaşılır ise, tek tek her yaratımın, çok daha ötesini başarmaya yetkin olduğunu bildiğim sanatçılarının ve onların kabulu olan yol göstericilerinin, nitelik derdinden bu kadar uzak olabilmesi de o kadar zor anlaşılır benim için...

*
Bu köşede, ne zaman İstanbul’da yeralan bir sanat etkinliği için yazmayı düşünsem, yazsam, Superonline’ın abonesi olan on binlerce kullanıcının ve sayfamın konuğu olan diğer internet kullanıcılarının kaçının bu kentin dışında yaşadığını merak ediyorum. Superonline, bu konuda net bir sayı veremiyor bana. Siz verebilir misiniz?

Sanatla kalın.

Hiç yorum yok: