Pazar

“Eğilip de, sürüneni kaide üzerine koymak!”

Beral Madra, 3 Ocak 2000 tarihli Radikal'de ilginç bir yazı yayınladı. “Çağı yakalamayan sanat” başlıklı bu yazı 150 yıllık bir dönem içinde, bu topraklarda üretilen sanatın, tüm eksik varoluşu ile aydınlanma kültürünün temel niteliklerine dair... Oldukça yalın bir üslupla yazılan yazı, bu uzun tarihe yönelik sorumlu bakışın altından kalkmayı başarabildiği gibi, sonuna (yakın zamana-bugüne) yaklaştıkça cesur, daha önce böylesine çıplakça pek dillendirilmemiş sert saptamaları da içeriyor. Şöyle diyor Madra:

“...
2. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye yüzünü daha Batı’ya, ABD’ye çevirdi, ama New York’taki Guggenheim ve Moma ile doruğa ulaşan yüksek sanat yerine Hollywood’a ve sözde refah toplumu kültürüne kucak açtı. 1945-60 arasında, Türkiye değişimlerle sarsılırken, ressamlar, yine gerçeğin dikenli yollarında yürümektense, tinselliğin/duygusallığın ağır bastığı taşizm, informel, geometrik soyut ile oyalandılar ve bunların içinde ‘Anadolu’ boyutunu yerleştirmekle uğraştılar. 60’lı, 70’li, 80’li yılların sağ-sol çekişmeleri, askeri yönetimleri, darboğaz ekonomileri sanatı ve kültürü olumsuz etkiledi. Ressamlar içedönük/tektip üretimi sürdürdü. Yazın ve sinema bu dönemde ‘kurban’ verdiği için, bu olumsuz etkilenmeyi kanıtlayabildi ve bilenerek örgütlendi. Resim/heykel alanında devletle başı derde giren çok az! Uygun dekoratif/anıtsal işler yapıldığı için devletin gözüne girenlerin sayısı çok. Yakın zamana kadar aydınların gözünde, sanatın sanat olabilmesi için ‘devletle başı derde girmiş’ olması, bu dönemin kalıntısıdır.

1950-1980 arasında ‘sanat için sanat’ yapanların sakıncasız modernizminden bunalan ve başkaldıranların, örneğin toplumsal ya da fantastik gerçekçi resim yaparak tepkilerini belirtenlerin, ilk kez ‘sanatçı kimliği’ yarattıkları ve 80’li yıllardaki çoğulcu/öznel üretimin gerçekleşmesinde bir özgürlük altyapısı hazırladıkları söylenebilir. Ancak dışarda, özellikle bu dönemde pop, minimal, kavramsal, fluxus, arte povera, gibi siyasal-ekonomik-bilimsel gelişmelere koşut ya da karşıt dinamik sanat kuramları ve tepkilerinin varlığı düşünülürse, ressamların kendilerini yerel ölçütlerin/ çekişmelerin çemberinden kurtaramadığını saptamak da gerekir. Dışarda postmoderne geçiş başlarken, içerde ‘figürlü’ sanat mı, ‘soyut’ sanat mı çekişmesi uzun sürdü.


Söz konusu akımların etkileri 80’li yıllarda genç kuşağı etkiledi; çok teknikli, çok malzemeli, üç boyutlu mekân düzenlemeleriyle ilk kez, resim/ heykel dışındaki üretimin yolu açıldı. Türkiye’nin sancılı/ bunalımlı/ ağır gerçeklerine, uluslararası sanat ortamının kuramsal/ kavramsal gereksinimlerine yanıt verebilecek bir üretim olabilirdi, bu. 12 Eylül sorgulanmadan, sözde liberal ekonomiyle, sözde demokrasiyle, ölçüsü kaçırılmış çoğulcu kültür ortamına girildi. Sanatı, altyapısı tamamlanmış ‘bağımsız düşünsel olgu’ durumuna getirmek isteyen sanatçıların üstünde yürümek istemediği kaygan zemin oluştu; onlar geriye çekilirken, genç kuşak bu kaygan zeminde ‘ben yaptım oldu’ pozisyonuna geçti.
Günümüzde sanatçı, uluslararası ortamla bağlantısı zayıf yerel bir postmodernizmi taşıyarak küresel rekabet ortamında koşuşturuyor; gerekli yapıtları üreterek, dünyaya uyum sağlamak istese de, arkasına dönüp beni kim destekliyor, diye baktığında, kimseyi göremiyor! Çünkü, ülkesinde, modernist ve postmodernist sanat yapıtlarının küresel kültür olgusunun en üst basamağında konumlandığının bilincinde olanların sayısı az.


Bu kez de, ya boşlukları doldurmak için yöneticilik/ yapımcılık gibi konumları da doldurmaya çalışarak, ‘sanatçı’ kimliğinden ödün veriyor, ya da uluslararası sanat ortamından gelen kolonializm artışı taleplere boyun eğiyor.
2000 yılı sanatçıya bir şey ifade ediyorsa, ondan şöyle bir silkinip başkaldırmadan önce eğilip, yerlerde sürünen ‘sanat’ ve ‘kültür’ kavramlarını en azından bir kaide üstüne koymasını bekleyebilir miyiz?”


Birçok saptamasına katıldığım bir yazı bu...

Ama birçok yazı gibi, nerede düğümlendiği ve sonuçlandığına dair bilgiyi de görmezlikten gelmeyerek, üzerine cümle kurmak istediğim... Beral Madra’nın da en istediği şey yazısıyla anlamlı bir tartışma platformunun doğabilmesi olabilir sanırım.

“Kaygan Zemin”

Madra, 80’li yıllarda, sanatı altyapısı tamamlanmış “bağımsız düşünsel olgu” durumuna getirmek isteyen sanatçıların üzerinde yürümek istemediği kaygan zemini vurgularken, öne çıkan genç sanatçının da tam tersine bu kaygan zemini nimet saymasından sözediyor. Madra’nın bu saptaması, yazının genel üslubunun sürekliliği açısından belki gerekli hızı, indirgemeciliği yüzünden, aslında hiç de bu kadar üstünkörü değerlendirilmeyesi önemli bir konuya dair kafa karıştıran boşlukları içeriyor.

Madra’nın genç bulduğu sanatçıların, tam da bu dönemde ve en çok da kendisinin desteğiyle ulusal ve uluslararası platforma yönelik etkin adımlar atanlar mı, yoksa önce tek tük örneklerle, daha sonra çok katılımlı sanat etkinlikleriyle önleri açılan ve çoğu elindeki olanakların sınırlılığı özrü ve elbette ki ‘ben yaptım oldu!’ özensizliği ile gençliklerini niteliksizliğin bahanesi olarak sunanlar mı olduğu anlaşılamıyor. Oysa bu çok önemli...

Türkiye’de yaratımın her alanında sorunlu modernist geleneğin, ne zaman ve ne kadar kalıcı olarak postmodern referansları kullanmaya başlayan “sanatçı” kimliğine dönüştüğünü, hatta dönüşüp dönüşemediğini, bugünden belirleyebilmenin olanaklı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü, postmodernist referansların, belki de en öngörmediği nimetin, biz gibi ülkelerde, sanatçının elinde tuttuğunu, bir yanından kullandığını sandığı modernizmin sorunlarını tartışmasına yolaçması, daha da ötesi modernizmin kimi asal sonuçlarının bu direniş, kuşku ortamında ortaya çıkması olduğunu düşünüyorum.

Sözkonusu yıllar, kapsadığı (soyut-figüratif tartışması gibi) alabildiğine sığ “savaş” zeminlerini içerirken de, statükonun temel sacayaklarının tartışılmaz kabul edilen güçlerinin sallanmaya başladığı yeni “durum/olgu”larla da, yüzyılın sanat birikiminin genç ve cesur sanatçılara akmaya başladığı yeni kanallarla da, çok hızlı bir deri değiştirmenin zeminini içerir. Aynı zamanda sistemin iktidar aygıtlarının, sanatı, kendi desteği, olanakları ve önerileri ile biçimlendirmeye çalıştığı, oluşacak yeni bir statükonun daha karmaşık bileşenlerine kendini hızla katmak isteğini de içerir.

Sanatçıların meslek örgütlenmelerinin, görünürde hükümetlerin sanat ve kültür politikalarına yönelik sesinin yükseldiği ama kendi tabanını birarada ve aktif tutamadığı, kılamadığı bir dağılmayı da içerir.

Verili ilişkiler ağının, yeni durumda, yeni eğilimlerle saflaşıp, kendi dergileri, kendi mekanları, galerileri ve olanaklarını elinde tuttuğu uluslararası koridorları ile o dönemin gözdelerini yaratma uğraşını da içerir.

Sanat eğitimi veren kurumlarda, öğrencilerin, çıkış noktası eğitimin genel niteliklerini özgürleştirmek ve nitelik yüksekliğini sağlamak olan ilk savaşımlarını içerir.

Tekil varoluşun, “geri çekilme”nin, her zaman kendi (bazen de yetkin) ürünlerini beraberinde getirebildiği belki tek alan olan sanat, ortak çalışmanın, kuramsal üretimin, atölye birliğinin, farklı disiplinlerarası etkin ilişkinin kazançları ve heyecanı ile yine bu yıllarda tanışmıştır.

Tüm bu belli başlı dinamiklerin özel ve genel mirasını taşıyan yeni bir sanatçı kimliği ise, bence hala oluşum sürecindedir.

“Sanatçının yalnızlığı” (!)

Ardına baktığında, kimsenin desteğini göremeyen sanatçının depresyonu üzerine giderek daha fazla cümle kurulur oldu. Oysa, bu desteği, ilgiyi umursayan sanatçı kimliğinin seçeneklerinin ne olduğunun çok berrak olduğu bir yakın tarihi yaşıyoruz.

Medya, genel eğilimlerin belirlendiği bir öğütücü-dönüştürücü makine olarak sanatta da kendi yıldızlarını yaratıyor ve yaratacak. Kastım asla pop yorumcular değil. Sistemin sunduğu yaldızlı yöntemleri, konuları, olanakları, destekleri kullanmayı bilen plastik sanatçılar, çağdaş sanatçılar, güncel sanatçılar... Sonucun, her etkinlikle birlikte parlayıp, bir-iki saat/gün ekran ve gazete-dergi sayfası dolduran “pop” etki olması kaçınılmaz olsa da, sokak anketlerinde tanınan sanatçı olmayı sağlıyor bu nitelikler...

Ülke çapında, daha etkin bir ekonomik-demokratik savaşımı meslek örgütleri eliyle sürdürmesi gereken birararada bir sanatçı gücü ise, kazanımları eliyle kendi toplumu ile daha doğrudan ve yaygın bir ilişkiyi de sağlayabilecek olmasına rağmen, birçoğu tarafından zaten umursanmayan bir ödül bu...

Zaman, çoğu sanatçı için, bir önceki etkinliğinden, bir sonraki etkinliğine yöneldiği araları ve bu araların özgül sorunlarını kapsıyor salt... Bencilliğin, tanrısal benmerkezciliğin doruğu olan sanatçı kimliğinin, hangi coğrafyada, nasıl bir siyasi-ekonomik-askeri politikanın sultası altında yaşadığını görüp, bilip, muhalif-etkin bir güç olarak varolması, alışıldık deyimle sorumlu aydın olabilmesi, ancak tekil örneklerini görebileceğimiz bir süreç...

Yaygınlığını, yaygınlaşabileceğini ummak, yıllar önce, birbiri ardına ölüm orucunda ölen gençler için “sert bir çığlık ve uyarı” içeren bir metne, telefon ettiği tüm sanatçıların imza atacağını sanan bu Kekeme’nin o eski safdilliğini paylaşmak demektir.

Madra’nın metnini çıkış noktası kabul eden ama onun sözetmediği bir dizi alana sıçrayan bu yazı devam edecek...

Hiç yorum yok: