Pazar

Odalar’ın sonu mu?

On beş gün hızla geçti. Hayatı, yazmayı, beklemeyi kendim için bir karabasana çevirmekte üstüme yoktur. Şık bir karabasana çevirdim günleri geceleri yine. “Odalar” yazımın devamının nasıl geleceğini bilmiyordum. “Bir şeyler hissediyordum” sadece. Neden iç tartışmamı, üstelik tam ortasında sizlerle paylaştım ki, diye dönüp kendime çok kızdım. Kendi cevabımı, o tartışmamın son cümlelerini “yazmak zorunda kalacağım” bir yazı eliyle kendimden çağırdım. Sizleri kullandım. Bu köşeyi de! Belki affetmemelisiniz beni... Neyse; nasılsa karar vereceksiniz. Ben kaldığım yerden devam edeyim.

Geçen yazımda anlattığım sanat etkinliği, elbette ki uzun bir zamana yayıldı. Sözkonusu bu uzun zaman, başka nitelikleri ve özellikleri ile de tanımlanması gereken bir zaman! Öncelikle bana dair bilinmesi gereken kimi şeyler var. (Yazmaktan en korktuğum kısım bu... Ayşe Arman teşhirciliğine düşmeden insan kendinden sözedebiliyor olmalı değil mi?!)

Öncelikle, hayatının merkezine –belki ne iyi ki, belki de ne yazık ki- yaptığı işi, mesleğini, yaratımını, üretimini, çaba ya da hırslarını koyan, koyabilen bir erkek değilim. Yaşantım, hayatımın merkezine sevgi ve aşkın olası tüm biçimlerini koyabilme uğraşıyla geçti. Güven, benim için verilmesi gereken bir şey oldu. Alınması gereken, gereksinilen bir şey değil. En azından böyle sandım ve yaşadım uzun süre. Dil, her olası biçimiyle derdim oldu. Her arkadaşlığım, dostluğum ve aşkım, yeni bir benliğe, varoluşa, gizeme yönelik bir dil yolculuğuydu aynı zamanda. Dil, çok az söz demekti. Ama söz hep önemliydi. Sanatımın ve yaratımımın, dil’in ve onun yolunu açtığı iletişimin ekseninde akması, sanat-oyunlarımın o dilin kalabalık ya da tenha labirentlerinden beslenmesi doğaldı. Odalar, bu deneyimin ve doyumunun, oyun zevkinin, dönüşüm gücünün en yoğun yaşandığı etkinlik oldu. Tehlikeliydi.

On yıl boyunca, hep aynı insanı aşkla sevdim. Onu, içimde çok özel bir yerde korudum, taşıdım, istedim: Bu hayatta, insanın sadece kendisi ile konuştuğunu, konuşabileceğini düşündüğüm, hani hepimizin bir biçimde tanıdık olduğu o en saklı, en derin ve çıplak, kırık, aksak, kekeme dilimi paylaşabildiğim tek insandı. Günler, geceler, haftalar, aylar, yıllar boyunca, inanılmaz zorluklara göğüs gere gere dostluğumuzu sürdürdük; her dilden konuştuk. Nihayet –çok istemiştim- bir gün o da bana aşk cümlesi kurdu. Birlikte olduk.

O birlikteliğin ilk aylarında, katıksız mutluluk, huzur, sevinç ve kıvanç nasıl bir şeymiş nihayet öğrendim ve... durdum.
Durmanın çok biçimi vardır bu hayatta. Ama bir tür durmak vardır ki, onu yaşarken bedeniniz, zihniniz hareket etse de, teninizin altında, yüzünü içinize dönmüş, gözlerini gözlerinize dikmiş, koyu, ağır bir varlığı buram buram hissedersiniz. Kadim sorular sorulur, onlara kadim cevaplar aranır bu duruşta. Bu arada, yanınızdaki (o çok sevilen, nihayet doya doya yaşanan) insanla akan tad da bir yandan aksın istenir ama ne çare! Durulmuştur, sorular ve cevaplar zamanıdır. Günü gelmiştir tehlikeli bir zorunlu yolculuğun.

Tehlike tehlikeyi çağırır.

Tüm sorular ve cevaplar için yola çıkılır. Yolların en yenisi, en sürprizlisi, en şaşırtıcısı, en “uzağı” ve en “tehlikesiz”i sanılır internet.

İşte böyle başladı; oyunbazlığın ve dilin her türüne ilişkin o güçlü donanımın desteği ile ekrana döndüm bir gece ve ilk sorumu sordum. İlk odayı dinledim.

Sanatçının yaratırken kapandığı manastırlarıdır genellikle atölyeler... Benim atölyem bazen, o da bizzat resmin kendisine girişmişsem öyledir. Aylar boyunca, tüm çağrılarım, tüm kabullerim, tüm sorularım, tüm cevaplarımla onlarca insanla, odadan odaya, bedenden bedene, nesneden nesneye, anıdan anıya, halden hale geçtiğim bu 80 şeritli siber otoban ise asla “kapandığım” bir atölye değildi. Kimi sezdi, kimi önemsedi, kimi hiç hissetmedi kendi sesini duyarken (okurken) yaşadığı hazdan dolayı... Ama ben oralardaydım hep. Konu edilmeyen, sorulmayan, odası gezilmeyen, bedeni dinlenmeyen bir insan... Durmuş, bu insandan insana yolculuğunda, kendi kadim sorularına kadim cevaplar arayan bir erkek.

Çok pratik olarak bakarsanız, bu halim, oluşum, tüm diyalogları olağanüstü bezedi. Dikkatim sınırsızdı, sorularım keskin, özenli, detaylı ve ustaydı. Oyunu adım adım kurup yaşarken, her odanın renkleri, dengesi, tadı da yapılanıyordu retinamın ardında. Kayboldum odalarda...

Tam da kaybolduğum yerde, bir ışık büyüdü ve içimde duran o koyu varlığı sildi, tenimin rengi değişti, sesim büyüdü, uzun ve sıradışı yolculuğumun yanı sıra akan kadim cevaplarımı buldum, ve yüzümü ekrandan alıp aşkıma döndüm.
Gördüğüm acımasız bir boşluktu. O gitmişti. Dilimizin yoksullaştığını, tüm enerjimin, başka insanların odalarına, nesnelerine, anılarına, bedenlerine aktığını gördüğü yerde, kendini çok yalnız hissetmiş, bununla başetmeye çabalamış, vazgeçmiş ve gitmişti, içi yana yana.

Masamda yüzlerce sayfa süren diyaloglar, retinamın ardında beni boyalarıma iten rengarenk odalar, ayakta durabilmek için sanatıma el uzatmayı isteyen, çağıran reflekslerim, alışkanlıklarım, gereklilikler, yaşantımın hiçbir şeyi umursamadan akan tüm diğer cepheleri...

En kadim bilgi olarak, hepimizin aslında yalnız olduğu bilgisini, en eski zamanlarda öğrendiğime, zaten bildiğime bile hiç sevinemeyişim...

Kafam karışık ve yardımınıza ihtiyacım var.

Bir sanatçı olarak adım atmam gerekiyorsa, o hayatının merkezine işlerini, yeteneklerini, yaratımını koyabilen erkeklerden olmalıyım belki de... Tüm kendi başınalığı, özgürlük alanı ve saklı trajedisiyle Odalar’ın, öncelikle bir sanat etkinliği olduğunu, bu heyecan veren uğraşın sonucunu, hayatın benden beklediğini kendime inandırmalıyım belki... Belki de, yaratımın ve tüm sonuçlarını, bu her biri bir tür yanılsama gösterisi olan değerli oyuncaklarımızı, anlam arayageldiğimiz yaşantılarımızın sarılabileceği gösterişli can simitlerini bilen gözlerimi kendime hatırlatmalıyım. Bu sanat etkinliğinin, hiç de “masum” olmayan bir etkinlik olduğunu unutmayıp, benim ve hemen her oda aktaranın hayatını ne kadar değiştirdiğine dair ağır bilgimle yüzleşmeliyim. Bu resimleri yapmamalı, üzerinden atlamalı ve “daha az suçlu” yeni etkinliklerle yoluma devam etmeliyim belki de. Ya da “suç” aramaktan vazgeçebileceğim bir yarına kadar, Odalar’ı, kendi boşluğuyla sarıp sarmalayıp rafıma kaldırmalıyım. Bilmiyorum. Dedim ya, kafam karışık ve yardımınıza ihtiyacım var. Yazdığım her şeyi, yazarken düşünen bir kekemeyim bu gece.

Şu on beş gün içinde, bu sanat etkinliğini yeni öğrenen okurların ve bizzat odalarının resimlerini bekleyen anlatıcılarımın heyecanla beklediği bu devam yazısında bu sıkıştığım hayat/yaratım aralığında bana ne dersiniz?

“Sen sadece dikizci değil teşhirci bir sanatçı da olmuşsun Hakan!” mı dersiniz? “Bunlardan bize ne!” mi dersiniz? Beni küçümser misiniz, bu yaşa gelmiş, olgun ve hayatının merkezine heyecanlı yaratımlarını koyup da kendini araklayamayan bir beceriksiz olduğum için? “Aşk, bedel demektir; unut bu resimleri de kaybedişine yan! Öğren!” mi dersiniz?

Sormasa mıydım?

Kötü bir şey mi yaptım!

Affedilmeyecek miyim?

2 yorum:

Adsız dedi ki...

ne oldu sonuçta bu odalar?

Hakan Akçura dedi ki...

Birkaçı yapıldı. Ama hâlâ bir sergiye dönüşecek kadarı yapılmadı ve sergilenemedi. Akıcı olmayan, tutuk bir üretim sürecinde tek tek yapacağım geride kalanları da...