1999 ve Mayıs 2000 yılları Superonline'ın ana yayın portalı, bir "Çağdaş ve Geleneksel Sanatlar" bölümü de içeriyordu. Editörlüğünü Elif Mutlu'nun yaptığı bölümün iki sürekli köşe yazarı vardı: Ben ve Orhan Cem Çetin. Benim köşem "Kekeme", onunki "Gülümsemesem" başlığını taşıyordu.
On beş günde bir yazdığım köşemde yirmi yazı yayınlandı. Bu yirmi yazının ardından "Aynalarımı İstiyorum" başlıklı ve daha sonra geniş bir sergiye dönüşen çağrımı aynı köşeden yayınladım.
"Belki yıllar sonrasının sanatseverleri ve sanatçıları da okumak ister ve o günlerden bugüne uzanan hoş bir perspektife sahip olabilirler; o halde yayınlanmalı", dediğim bu yazılarda, içerdiği haber, yorum ve polemiklerde kimler var, kimler! Size onların listesini sıralayarak merakınızı kabartacak ve sözü hemen Kekeme'ye bırakacağım:
Carlos Saura, Antonio Saura, Paolo Colombo, Yıldırım Türker, Selda Asal, Joseph Kosut, Elif Ara, Vasıf Kortun, Halil Altındere, Hüseyin B. Alptekin, Bülent Şangar, Selim Birsel, Vahit Tuna, Hale Tenger, Claire Lyse Bucci, Réne Block, Neriman Polat, Nadi Güler, Vitali Hakko, Orhan Cem Çetin, Beral Madra, Massive Attack, Mustafa Kaplan, Trevanian, David Lynch, Patricia Highsmith, Ali Akay, Tayfun Erdoğmuş, Argun Okumuşoğlu, Elif Çelebi, Kezban Arca Batıbeki, Selma Gürbüz, Şeyma Reisoğlu Nalça, Hakan Onur, Seza Paker, Nilüfer Ergin, Bedri Baykam, Hüsamettin Koçan, Emre Zeytinoğlu, Aykut Köksal, Canan Beykal, Mehmet Güleryüz, Erdağ Aksel, Hasan Bülent Kahraman, Ahmet Elhan, Henri Cartier-Bresson, Tom Tykwer.
Pazar
Sanat-oyuna çağrı
Internet’e kendimi bağlayalı bir yıl geçti. Sıkı bir sörfçü olalı 10, ilk sohbet arkadaşları edineli 9, ICQ’yu keşfedeli 8 ayı geçti. Internet’te sanat etkinlikleri yürütmeye başlayalı da bir o kadar oldu. 165 kişi ilişki listemde ve çoğu sürdürdüğüm sanat etkinliklerinin katılımcısı... Bu liste iyice detaylanabilir aslında, herkes gibi, benim de “yönelimim” nereye ise, oraya doğru ve her başlangıcın ayrı tarihi yazılabilir: Haber gruplarından canlı kameralara, kapsamlı periyodik yayınların sayfalarından bu süre içinde tanışanların çıkarmaya karar verdiği genç net dergilerine, hacker sitelerinden polis departmanlarına, arkadaş aramanın yalnız çığlıklarının çapkınca salındığı sitelerden interaktif tasarım harikalarına...
Ben sanatçıyım. Aldığım eğitim resim ama ben şairim de... Şairler de, ressamlar da, ressam-şairlerden hazetmezler pek. Üstelik o insanın, sanatın ne olduğu tartışmasında sanatçıya yüzyıllardır ayrılan, onun da övünerek kurulduğu seçkin locayla da ilgisi yoksa... (Arada yoğun olarak ilgilendiğim kısa film ve grafik tasarım alanlarında da aynı tepkiyi görmek gülümseticiydi benim için; insanların asal yaratım alanlarının tek ve karıştırılamaz olduğunu hissetmeye ihtiyaçları var sanırım.) Ben, yaratım potansiyelinin hemen herkes için sözkonusu olabileceğini düşünenlerdenim. Yaratımın konusunun ise, en basit günlük etkinliklerimizin, alışkanlıklarımızın içinde bile varolduğunu bilenlerdenim. O yüzden, kışkırtıcı ve neşeli bir oyun kurucuyum. Farklı sanat disiplinleri arasında çalışırım ve sanat-oyunlar kurup, izleyeni, katılımcıyı oyuna çağırırım. Bu köşede kendimden bahsetmeye niyetim olmasa da, benim kim olup da burada yazdığıma dair asal bilgiyi baştan vermek istedim.
Kekeme’de, isteğim sizlerle birlikte kekelemek... O yüzden, belki baştan benim ortaya attığım ama sizlerin düşünceleri ve vereceğiniz her türlü karşılık ile biçimlenecek türlü sayıklamaların ne zararı var, diye düşünüyorum. Üstelik ne yalan söyleyeyim, her birinizin kimi sorularıma vereceği cevabı, kimi düşüncelerime tepkisini merakla bekliyor olacağım.
Öncelikle, yukarıda öylesine bir değindiğim, “sanatsal yaratımın asla seçkinci olmayan yaygınlaşabilecek niteliği”ne ilişkin –aslında hiç de yeni olmayan- düşüncelerimin, bir çoğunuzun sanat’a baktığı yerde çok yeni olduğunu düşünüyorum. Ne dersiniz? Herbirinizin, sanatçıları seçkin, sanatsal yaratımı da ulaşılamaz bir yerlere koyduğu zeminde, rüştünü ispatlamış bir sanatçı size “aslında yaratım potansiyeli senin içinde de var; farkında değilsin belki ama öyle... Bunu farketmediğin ve kullanmadığın her an, farketsen ve kullansan, kendini mutlu/doygun/iyi/özel hissedeceğin o olası yaratıcı zamanından biraz daha kaybetmen demek!” diyorsa, tepkiniz ne olur?
İnsanlığın, kendi mağarası, evi, sokağı, kenti içinde, yapageldiği en doğal eylemlerin, bizzat üretimin işlevsel nesnelerinin bile belli bir güzellik, uyum arayışı ile bezendiği, imlendiği, biçimlendiği zamanın duygusundan çok uzak olmak sizi rahatsız etmiyor mu?
Zaman’ın, mekanın, dilin, bedenin kendi olanaklarının alabildiğine indirgendiği, sığlaştığı bir zamanda yaşamak beni olduğu kadar sizi de rahatsız etmiyor mu?
Irkçılığın, savaş kışkırtıcılığının, milliyetçiliğin, yeni-barbarlığın tüm göstergelerinin bu kadar çabuk rağbet gördüğü bir dünya halinin, üstelik hepimizin gözü önünde akabilip, olabilmesine izin verdiğimiz bir duyarsızlıkta izleyicisi olmak, içimizin ne denli yoksullaştığına ilişkin bir fikir vermiyor mu?
Kaçımız kendimiz için de güzel giyiniyor, güzel kokuyor, dansediyor? Kaçımız herhangi bir şeyin fanatiği olmayı, kendi benliğini eksiltmek ve sürüleşmek olarak hissediyor? Kaçımız, bakın şu küçücük nesne, olgu, şey –ne ise- benimle birlikte bu rengi, biçimi aldı ve hayatı değiştirdi demenin sakin ve neşeli keyfini sık sık hayatına çağırıyor?
Cevap, “çok azımız” ise ve aslında bu olanaklıysa, bilin ötesi de olanaklı... Yeter ki kendimizi kışkırtmayı becerelim derim ben. Sizler? Ne dersiniz?
Ben sanatçıyım. Aldığım eğitim resim ama ben şairim de... Şairler de, ressamlar da, ressam-şairlerden hazetmezler pek. Üstelik o insanın, sanatın ne olduğu tartışmasında sanatçıya yüzyıllardır ayrılan, onun da övünerek kurulduğu seçkin locayla da ilgisi yoksa... (Arada yoğun olarak ilgilendiğim kısa film ve grafik tasarım alanlarında da aynı tepkiyi görmek gülümseticiydi benim için; insanların asal yaratım alanlarının tek ve karıştırılamaz olduğunu hissetmeye ihtiyaçları var sanırım.) Ben, yaratım potansiyelinin hemen herkes için sözkonusu olabileceğini düşünenlerdenim. Yaratımın konusunun ise, en basit günlük etkinliklerimizin, alışkanlıklarımızın içinde bile varolduğunu bilenlerdenim. O yüzden, kışkırtıcı ve neşeli bir oyun kurucuyum. Farklı sanat disiplinleri arasında çalışırım ve sanat-oyunlar kurup, izleyeni, katılımcıyı oyuna çağırırım. Bu köşede kendimden bahsetmeye niyetim olmasa da, benim kim olup da burada yazdığıma dair asal bilgiyi baştan vermek istedim.
Kekeme’de, isteğim sizlerle birlikte kekelemek... O yüzden, belki baştan benim ortaya attığım ama sizlerin düşünceleri ve vereceğiniz her türlü karşılık ile biçimlenecek türlü sayıklamaların ne zararı var, diye düşünüyorum. Üstelik ne yalan söyleyeyim, her birinizin kimi sorularıma vereceği cevabı, kimi düşüncelerime tepkisini merakla bekliyor olacağım.
Öncelikle, yukarıda öylesine bir değindiğim, “sanatsal yaratımın asla seçkinci olmayan yaygınlaşabilecek niteliği”ne ilişkin –aslında hiç de yeni olmayan- düşüncelerimin, bir çoğunuzun sanat’a baktığı yerde çok yeni olduğunu düşünüyorum. Ne dersiniz? Herbirinizin, sanatçıları seçkin, sanatsal yaratımı da ulaşılamaz bir yerlere koyduğu zeminde, rüştünü ispatlamış bir sanatçı size “aslında yaratım potansiyeli senin içinde de var; farkında değilsin belki ama öyle... Bunu farketmediğin ve kullanmadığın her an, farketsen ve kullansan, kendini mutlu/doygun/iyi/özel hissedeceğin o olası yaratıcı zamanından biraz daha kaybetmen demek!” diyorsa, tepkiniz ne olur?
İnsanlığın, kendi mağarası, evi, sokağı, kenti içinde, yapageldiği en doğal eylemlerin, bizzat üretimin işlevsel nesnelerinin bile belli bir güzellik, uyum arayışı ile bezendiği, imlendiği, biçimlendiği zamanın duygusundan çok uzak olmak sizi rahatsız etmiyor mu?
Zaman’ın, mekanın, dilin, bedenin kendi olanaklarının alabildiğine indirgendiği, sığlaştığı bir zamanda yaşamak beni olduğu kadar sizi de rahatsız etmiyor mu?
Irkçılığın, savaş kışkırtıcılığının, milliyetçiliğin, yeni-barbarlığın tüm göstergelerinin bu kadar çabuk rağbet gördüğü bir dünya halinin, üstelik hepimizin gözü önünde akabilip, olabilmesine izin verdiğimiz bir duyarsızlıkta izleyicisi olmak, içimizin ne denli yoksullaştığına ilişkin bir fikir vermiyor mu?
Kaçımız kendimiz için de güzel giyiniyor, güzel kokuyor, dansediyor? Kaçımız herhangi bir şeyin fanatiği olmayı, kendi benliğini eksiltmek ve sürüleşmek olarak hissediyor? Kaçımız, bakın şu küçücük nesne, olgu, şey –ne ise- benimle birlikte bu rengi, biçimi aldı ve hayatı değiştirdi demenin sakin ve neşeli keyfini sık sık hayatına çağırıyor?
Cevap, “çok azımız” ise ve aslında bu olanaklıysa, bilin ötesi de olanaklı... Yeter ki kendimizi kışkırtmayı becerelim derim ben. Sizler? Ne dersiniz?
Bir sempozyumdan kalanlar ve hep varolanlar
Sanat Haberleri’nde ve Galeri’de [Sitenin değişik bölümleri] okumuşsunuzdur. Yunanistan’da Samotraki adasında bir sempozyuma katıldım geçtiğimiz haftalarda: 2. İnterbalkan Görsel Sanatlar Sempozyumu. Çok özel nitelikleri olan bir adaydı ve hiç unutamayacağım deneyimlerin nedeni oldu.
Sempozyum’a tüm Balkan ülkelerinin plastik sanatlar dernekleri tarafından, uğraşsanız bir araya getiremeyeceğiniz farklılıkta sanatçıları seçilmişti. Bir hafta önce dibine düşen NATO bombaları yüzünden üç kalp krizi geçiren Belgrad’lı sanatçıdan, Bükreş’in ancak yarattığı zaman içkiyi elinden bırakan, içindeki isyankar sokak çocuğunu ise hiç öldüremeyen her daim aşık sanatçılarına... Sofya’nın, ülkenin yakın tarihte içinden geçtiği her döneminde “devlet sanatçısı” olduğundan kuşkulandığım, kendini günlerce otel odasına kilitleyip çok hüzünlü bir yalnızlıktan tılsımlı resimler çıkardığını görünce de bu düşüncemden utandığım sanatçılarından, Üsküp’ün gözboyayıcı bir ajans grafikerinin usta sığlığına sahip sanatçılarına...
Hiç kimse geldiği gibi ayrılmadı adadan. Kimileri ayrılamadı, ayrılmak istemedi de... Çoğu kimse, baştan öngördüğü biçimde yaratamadı. Ama hiç kimse, kimileri çok özel olan sanat nesnelerini yaratmadan duramadı...
Milliyetçiliğin, tutuculuğun, dindarlığın, ahlakçılığın, –pek ülkemizde sık görülmediği biçimde- bir dizi Balkan sanatçısı için savunulan, taşınan, uğruna savaşılan nitelikler olduğunu gördüm. Şaşırdım. Sempozyum’da çoğu, bir ulusal devletin temsilcisi ve eski, unutulan değerlerin savunucusu kesildiğinde, “hiçbir ulusal devletin temsilcisi olmadığımı, bir sivil toplum meslek örgütünün seçimiyle oraya gelen ve sadece kendi yaratımını gönüllülüğü ile sunacak olan özgür bir sanatçı olduğumu” söylemek ihtiyacını hissettim, söyledim. Ada’nın mübadelede yollanan Yunanistan Türklerinden kalan “sahipsiz”liğinın duygusu, aynı mübadelede zorla yolladığımız Anadolu Rumlarından kalan köylerimizin “sahipsizliği”ninki gibi çok kırıktı. (Fethiye, Kayaköy’ün onlarca yıldır süren çığlığını hiç duydunuz mu?) Mutfağı, alışkanlıkları, günlük dil ortaklıkları, müziği, insanlarının edası ile kendimi hiç yabancı hissetmediğim bir toprakta “aitlik” duygusunu yaşayabildim. Edindiğim Yunan dostların, ülkemde bunu yaşadıklarını öğrendim, ilk kez gelecek olanların yaşayacaklarına eminim.
Sınırları, bayrakları, marşları, savaşları ve nedenlerini dolu dolu düşündüm.
Kadınların, benliklerini ve bedenlerini, ülkemdekilerden çok daha özgür ve güvenli taşımalarına imrendim.
Çoğu erkeğin tembelliği ve bencilliğine, az sayıdaki erkeğin de yürek açıklığı ve çalışkanlığına tanıdık tanıdık gülümsedim.
Hemen hiç polis ve asker görmedim. Yoksun kalmış bir alışkanlıkla arandım, yine bulamadım.
Birkaç polisin, aralıklarla İstanbul’lu sanatçılar hakkında Yunan arkadaşlarımıza sorular sorduğunu kendilerinden öğrendim. Hiç garipsemedim.
Yüzerken uzun uzun Gökçeada’ya baktım.
Sanatçılara bakar, onları izler, tanırken, yaratımda “samimi”liğin benim için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım.
Kişisel nitelikleri, günü yaşama halleri birbirinden çok farklı olan ve gün içinde çoğu, sanatçı kimliği konusunda asla ipucu vermeyen insanların, atölyeye girince yaşadığı değişim, odaklanma ve yoğunlaşma halleri, ışımaları, çabalamayı ve emeği severlikleri, büyüyen merakları ve tüm bu niteliklerin işlerine yansıyan samimiliği...
Türkiye’de bazı sanatçıların yaratımını sadece “samimi” bulamadığım için uzaktan izlerim. Üstelik bu bazı sanatçıların çoğu benimle aynı düzlemde, çağdaş sanatın izleyiciyi yeniden üretime, etkin bir konuma çağıran zemininde varolur. Düşüncenin, buluşun, keşfin, zeka kıvraklığının, akan hayatla kavramsal ya da yalın ve sıcak temasın, çağdaş sanata tadını veren niteliği, zaman zaman sığ bir kolaycılığın seçilmiş yöntemleri ve samimilik kaybının nedeni de olabiliyor. Özgünlük ve nitelik arayışının “kendiliğinden” bir sanatçı edimi olmaktan yaygın olarak çıktığı gelenekçi yaratımda ise, gerçek sanatın hiçbir zaman eksileceğini düşünmediğim “samimi büyüsü”nün izlerine rastlamak beni şaşırtmıyor.
Nitelik yüksekliğinin, özgünlüğün olduğu kadar sanat nesnesinden/ediminden yayılan samimilik duygusunun da güçlü sanatın özelliklerinden olduğunu düşünüyorum.
Bunu fazlasıyla Samotraki’de buldum.
Biz çalışırken yanımıza gelen neredeyse her çocuğun ve yetişkinin bir yerinden boyaya, kağıda, tuvale, fırçaya, çamura, alçıya bulaşma isteği ve bunun için kalkışmaktan kendini alıkoymamasını sağlayan şeyin, bu ortak niteliğin yaydığı cazibe olduğunu düşünüyorum.
Sempozyum’a tüm Balkan ülkelerinin plastik sanatlar dernekleri tarafından, uğraşsanız bir araya getiremeyeceğiniz farklılıkta sanatçıları seçilmişti. Bir hafta önce dibine düşen NATO bombaları yüzünden üç kalp krizi geçiren Belgrad’lı sanatçıdan, Bükreş’in ancak yarattığı zaman içkiyi elinden bırakan, içindeki isyankar sokak çocuğunu ise hiç öldüremeyen her daim aşık sanatçılarına... Sofya’nın, ülkenin yakın tarihte içinden geçtiği her döneminde “devlet sanatçısı” olduğundan kuşkulandığım, kendini günlerce otel odasına kilitleyip çok hüzünlü bir yalnızlıktan tılsımlı resimler çıkardığını görünce de bu düşüncemden utandığım sanatçılarından, Üsküp’ün gözboyayıcı bir ajans grafikerinin usta sığlığına sahip sanatçılarına...
Hiç kimse geldiği gibi ayrılmadı adadan. Kimileri ayrılamadı, ayrılmak istemedi de... Çoğu kimse, baştan öngördüğü biçimde yaratamadı. Ama hiç kimse, kimileri çok özel olan sanat nesnelerini yaratmadan duramadı...
Milliyetçiliğin, tutuculuğun, dindarlığın, ahlakçılığın, –pek ülkemizde sık görülmediği biçimde- bir dizi Balkan sanatçısı için savunulan, taşınan, uğruna savaşılan nitelikler olduğunu gördüm. Şaşırdım. Sempozyum’da çoğu, bir ulusal devletin temsilcisi ve eski, unutulan değerlerin savunucusu kesildiğinde, “hiçbir ulusal devletin temsilcisi olmadığımı, bir sivil toplum meslek örgütünün seçimiyle oraya gelen ve sadece kendi yaratımını gönüllülüğü ile sunacak olan özgür bir sanatçı olduğumu” söylemek ihtiyacını hissettim, söyledim. Ada’nın mübadelede yollanan Yunanistan Türklerinden kalan “sahipsiz”liğinın duygusu, aynı mübadelede zorla yolladığımız Anadolu Rumlarından kalan köylerimizin “sahipsizliği”ninki gibi çok kırıktı. (Fethiye, Kayaköy’ün onlarca yıldır süren çığlığını hiç duydunuz mu?) Mutfağı, alışkanlıkları, günlük dil ortaklıkları, müziği, insanlarının edası ile kendimi hiç yabancı hissetmediğim bir toprakta “aitlik” duygusunu yaşayabildim. Edindiğim Yunan dostların, ülkemde bunu yaşadıklarını öğrendim, ilk kez gelecek olanların yaşayacaklarına eminim.
Sınırları, bayrakları, marşları, savaşları ve nedenlerini dolu dolu düşündüm.
Kadınların, benliklerini ve bedenlerini, ülkemdekilerden çok daha özgür ve güvenli taşımalarına imrendim.
Çoğu erkeğin tembelliği ve bencilliğine, az sayıdaki erkeğin de yürek açıklığı ve çalışkanlığına tanıdık tanıdık gülümsedim.
Hemen hiç polis ve asker görmedim. Yoksun kalmış bir alışkanlıkla arandım, yine bulamadım.
Birkaç polisin, aralıklarla İstanbul’lu sanatçılar hakkında Yunan arkadaşlarımıza sorular sorduğunu kendilerinden öğrendim. Hiç garipsemedim.
Yüzerken uzun uzun Gökçeada’ya baktım.
Sanatçılara bakar, onları izler, tanırken, yaratımda “samimi”liğin benim için ne kadar önemli olduğunu bir kez daha anladım.
Kişisel nitelikleri, günü yaşama halleri birbirinden çok farklı olan ve gün içinde çoğu, sanatçı kimliği konusunda asla ipucu vermeyen insanların, atölyeye girince yaşadığı değişim, odaklanma ve yoğunlaşma halleri, ışımaları, çabalamayı ve emeği severlikleri, büyüyen merakları ve tüm bu niteliklerin işlerine yansıyan samimiliği...
Türkiye’de bazı sanatçıların yaratımını sadece “samimi” bulamadığım için uzaktan izlerim. Üstelik bu bazı sanatçıların çoğu benimle aynı düzlemde, çağdaş sanatın izleyiciyi yeniden üretime, etkin bir konuma çağıran zemininde varolur. Düşüncenin, buluşun, keşfin, zeka kıvraklığının, akan hayatla kavramsal ya da yalın ve sıcak temasın, çağdaş sanata tadını veren niteliği, zaman zaman sığ bir kolaycılığın seçilmiş yöntemleri ve samimilik kaybının nedeni de olabiliyor. Özgünlük ve nitelik arayışının “kendiliğinden” bir sanatçı edimi olmaktan yaygın olarak çıktığı gelenekçi yaratımda ise, gerçek sanatın hiçbir zaman eksileceğini düşünmediğim “samimi büyüsü”nün izlerine rastlamak beni şaşırtmıyor.
Nitelik yüksekliğinin, özgünlüğün olduğu kadar sanat nesnesinden/ediminden yayılan samimilik duygusunun da güçlü sanatın özelliklerinden olduğunu düşünüyorum.
Bunu fazlasıyla Samotraki’de buldum.
Biz çalışırken yanımıza gelen neredeyse her çocuğun ve yetişkinin bir yerinden boyaya, kağıda, tuvale, fırçaya, çamura, alçıya bulaşma isteği ve bunun için kalkışmaktan kendini alıkoymamasını sağlayan şeyin, bu ortak niteliğin yaydığı cazibe olduğunu düşünüyorum.
Karalama kağıdı
Diyelim ki aşıksınız ve o’ndan yoksun... Bu durumun üzerinize sıvamaya çalıştığı kara yoğun balçığa direniyorsunuz. Sebebin ne olduğu, bu durumun ne kadar süreceği gibi sorular artık sorulamıyor bile; bu soruların hiçbir önemi olamayacak kadar zamansız, derin bir açlık ve karamsarlıkla kuşanmışsınız. Çok az şey istiyorsunuz hayattan. Derin bir uyku sizi kurtarır sanıyorsunuz.
Her zaman baktığınız yere bakıyorsunuz: karşı pencere, komşunun balkonu, sevimsiz sitelerin pembe duvarları, bir ağaç, yükselen dağın yamacı, birbirine dolanmış telefon telleri, her ne ise... Tam kırlangıçların günbatımı ayinine çıktığı zaman gözünü kaldırdığınız ve gördüğünüz, rengi ve biçimi teninize değmeyen rüzgarlarla akan, aktıkça değişen bulutlar...
Çalışmak iyi geliyor bugünlerde size... Terinizi akıtan tek şey sıcak hava değil; kafanız her karıştığında, yeniden odaklanmak için bir neden bulabileceğiniz –o yılların yorgun kabul cümlesiyle zor taşıdığınız- odayı seviyorsunuz. En hissiz olması gerektiğini düşündüğünüz bu zamanda bedeniniz, daha çok duman, daha çok sessizlikle akıyor boşlukta.
Karalanan kağıt....
(diye yazdım ve deprem başladı. 45 saniye içinde: fırladım, bacaklarımın gücü çözüldü, zihnim hızla aktı. Bu yazının yazıldığı word dökümanı kapatılırken –nasılsa- kayıt da edildi. Her şeyin fişi çekilip, para alınıp, evden fırlanıldı. Cüzdanımı Taksim Meydanı kalabalığında dokunacağı kadın bedeni, çarpacağı cep arayan erkek ordusuna kaptırdım. Belim her geçen gün daha çok ağrıdı, ne zaman nereye çarptığımı, yanlış hareketi ne zaman yaptığımı hatırlayamadım. Hiçbirini umursamadım, umursamaya utandım. İnsanların nasıl öldürüldüğünü adım adım sizlerle birlikte izledim. İsyanım karnımı ağrıttı, baygın düşürdü; hiddetim ruhumu kemirdi. Bu yazıya kaldığı yerden devam etmeyi, akan, akması gereken hayata karşı görev bildim.)
Karalanan kağıt... Spiraller, kareler, yarısı boyanan, içinden keskin okların geçtiği... Düzenle katlanan, açılınca çoğalan alacası benzer çizimler. İki harf. Elin nereye gittiği bilinemeyen akışı; nedense oluşan çokgenin bir yanlarını gölgelendirmemiz; yanına bir yuvarlak çizme isteğimizden önce koşan ve tam oraya bir yuvarlak çizen bileğimiz.
Boynunuz ağrıyor. Başını olabildiğince geriye atıp ense kökünüzün ağrılı sertliğini kırıyorsunuz. Başınızın yukarısına doğru bir uyuşukluk akıyor. Tekrar sağa dönüp bakıyorsunuz. Bir önceki ışığı arıyorsunuz karşı pencerelerde. Düşen gölge mi, her şeyi değiştiren? Kadın saçlarını mı açmış? Tülün ardındaki kalın perdelerin mavisi bu kadar gözalıyor muydu? Değişen ne? İster istemez gözleriniz kısılıyor. Kirpiklerinizin arasından önce o değişen görüntüye, sonra odanıza çeviriyorsunuz bakışlarınızı.
En yakındaki nesneler, ters ışıkla güçlü siluetlere dönüşüyor. Asla birbirine bağlamadığınız o raftaki her nesnenin görüntüsü ile sarmaşığın, sardunyanın kenar çizgileri birbirine geçiyor. Asılı fotoğraftaki o sizin için çok önemli insanın yüzü, tam yanağının beyazlığından, alnından bembeyaz patlıyor. Gülümseyip gözlerinizi açıyor, tekrar kısıyorsunuz... Tonların koyularının daha koyulara, açıklarının daha açıklara koştuğunu, her güçlü ya da zayıf ışık cümlesinin karşıtlıkları güçlendirmek üzere yeniden örgütlendiğini düşünüyorsunuz.
Sol elinizin teriyle buruşmaya yüztutan o karaladığınız kağıda indiriyorsunuz bakışlarınızı... O çokgenin kenarlarına dair size “çok silik... koyulaştır” diyen sesin, ense kökünüzün ardından geldiğini, sizin sesinize benzediğini düşünüyorsunuz. Çokgenin kenarlarını koyulaştırırken, yaptığınız işle yabancılaşıyorsunuz. O an, tam o an, sanki başka bir kimliğe, hiç de kuşanmadığınız bir kimliğe geçtiğinize dair belli belirsiz bir rahatsızlık var içinizde. Kendinizi donanımsız ya da haddini aşmış hissediyorsunuz. Zihniniz size raporlarınızı ya da bitirilmesi gereken hesapları, öğleden sonraki toplantıyı, müşterinin biraz sonra arayacağını, hatta açlığınızı hatırlatıyor. Bir sessizlik büyürken içinizde, zaman durdu gibi, terinizin soğuması gibi, aşkınızın alıştığınız sızısı gibi, kalemin kağıt üzerindeki sesini hiç duymadığınız kadar duyuyorsunuz.
İçinizde bir ses -bu kez ense kökünüzden değil sanki, içiniz içinize fısıldamışçasına- şöyle diyor, başınızı hiç sağa çevirmeye gerek görmeden:
-Evet, hem saçlarını çözmüştü kadın, hem de mavi perdeyi bedeniyle itmişti öne... Ama arkasındaki koridorun ışığı ilk baktığımda yanmıyordu ve kitaplıklardan sarkan sarmaşıklar görünmüyordu. Kadının önündeki küçük balkona, hatta o balkondaki az sulandığı belli olan sardunyalara kadar uzun bir çizgiyle birleşir sanki, o sarmaşık yapraklarının bakışları...
Her zaman baktığınız yere bakıyorsunuz: karşı pencere, komşunun balkonu, sevimsiz sitelerin pembe duvarları, bir ağaç, yükselen dağın yamacı, birbirine dolanmış telefon telleri, her ne ise... Tam kırlangıçların günbatımı ayinine çıktığı zaman gözünü kaldırdığınız ve gördüğünüz, rengi ve biçimi teninize değmeyen rüzgarlarla akan, aktıkça değişen bulutlar...
Çalışmak iyi geliyor bugünlerde size... Terinizi akıtan tek şey sıcak hava değil; kafanız her karıştığında, yeniden odaklanmak için bir neden bulabileceğiniz –o yılların yorgun kabul cümlesiyle zor taşıdığınız- odayı seviyorsunuz. En hissiz olması gerektiğini düşündüğünüz bu zamanda bedeniniz, daha çok duman, daha çok sessizlikle akıyor boşlukta.
Karalanan kağıt....
(diye yazdım ve deprem başladı. 45 saniye içinde: fırladım, bacaklarımın gücü çözüldü, zihnim hızla aktı. Bu yazının yazıldığı word dökümanı kapatılırken –nasılsa- kayıt da edildi. Her şeyin fişi çekilip, para alınıp, evden fırlanıldı. Cüzdanımı Taksim Meydanı kalabalığında dokunacağı kadın bedeni, çarpacağı cep arayan erkek ordusuna kaptırdım. Belim her geçen gün daha çok ağrıdı, ne zaman nereye çarptığımı, yanlış hareketi ne zaman yaptığımı hatırlayamadım. Hiçbirini umursamadım, umursamaya utandım. İnsanların nasıl öldürüldüğünü adım adım sizlerle birlikte izledim. İsyanım karnımı ağrıttı, baygın düşürdü; hiddetim ruhumu kemirdi. Bu yazıya kaldığı yerden devam etmeyi, akan, akması gereken hayata karşı görev bildim.)
Karalanan kağıt... Spiraller, kareler, yarısı boyanan, içinden keskin okların geçtiği... Düzenle katlanan, açılınca çoğalan alacası benzer çizimler. İki harf. Elin nereye gittiği bilinemeyen akışı; nedense oluşan çokgenin bir yanlarını gölgelendirmemiz; yanına bir yuvarlak çizme isteğimizden önce koşan ve tam oraya bir yuvarlak çizen bileğimiz.
Boynunuz ağrıyor. Başını olabildiğince geriye atıp ense kökünüzün ağrılı sertliğini kırıyorsunuz. Başınızın yukarısına doğru bir uyuşukluk akıyor. Tekrar sağa dönüp bakıyorsunuz. Bir önceki ışığı arıyorsunuz karşı pencerelerde. Düşen gölge mi, her şeyi değiştiren? Kadın saçlarını mı açmış? Tülün ardındaki kalın perdelerin mavisi bu kadar gözalıyor muydu? Değişen ne? İster istemez gözleriniz kısılıyor. Kirpiklerinizin arasından önce o değişen görüntüye, sonra odanıza çeviriyorsunuz bakışlarınızı.
En yakındaki nesneler, ters ışıkla güçlü siluetlere dönüşüyor. Asla birbirine bağlamadığınız o raftaki her nesnenin görüntüsü ile sarmaşığın, sardunyanın kenar çizgileri birbirine geçiyor. Asılı fotoğraftaki o sizin için çok önemli insanın yüzü, tam yanağının beyazlığından, alnından bembeyaz patlıyor. Gülümseyip gözlerinizi açıyor, tekrar kısıyorsunuz... Tonların koyularının daha koyulara, açıklarının daha açıklara koştuğunu, her güçlü ya da zayıf ışık cümlesinin karşıtlıkları güçlendirmek üzere yeniden örgütlendiğini düşünüyorsunuz.
Sol elinizin teriyle buruşmaya yüztutan o karaladığınız kağıda indiriyorsunuz bakışlarınızı... O çokgenin kenarlarına dair size “çok silik... koyulaştır” diyen sesin, ense kökünüzün ardından geldiğini, sizin sesinize benzediğini düşünüyorsunuz. Çokgenin kenarlarını koyulaştırırken, yaptığınız işle yabancılaşıyorsunuz. O an, tam o an, sanki başka bir kimliğe, hiç de kuşanmadığınız bir kimliğe geçtiğinize dair belli belirsiz bir rahatsızlık var içinizde. Kendinizi donanımsız ya da haddini aşmış hissediyorsunuz. Zihniniz size raporlarınızı ya da bitirilmesi gereken hesapları, öğleden sonraki toplantıyı, müşterinin biraz sonra arayacağını, hatta açlığınızı hatırlatıyor. Bir sessizlik büyürken içinizde, zaman durdu gibi, terinizin soğuması gibi, aşkınızın alıştığınız sızısı gibi, kalemin kağıt üzerindeki sesini hiç duymadığınız kadar duyuyorsunuz.
İçinizde bir ses -bu kez ense kökünüzden değil sanki, içiniz içinize fısıldamışçasına- şöyle diyor, başınızı hiç sağa çevirmeye gerek görmeden:
-Evet, hem saçlarını çözmüştü kadın, hem de mavi perdeyi bedeniyle itmişti öne... Ama arkasındaki koridorun ışığı ilk baktığımda yanmıyordu ve kitaplıklardan sarkan sarmaşıklar görünmüyordu. Kadının önündeki küçük balkona, hatta o balkondaki az sulandığı belli olan sardunyalara kadar uzun bir çizgiyle birleşir sanki, o sarmaşık yapraklarının bakışları...
“Aslı Nedir?”
Geçenlerde sanatçı bir ICQ arkadaşımla, ikimizin de hayatımızın farklı zamanlarında, “Aslı Nedir?” isimli bir kitabı yayınlamayı düşündüğümüzü keşfettik. Şaka yollu, hadi var mısın, dedik birbirimize... İkimiz de, o kitabın aslında çıkması gerektiğine dair hiç de şaka yollu olmayan ciddi bir ortak isteği taşısak da, yine de öylesine bir değinip gülmeyi yeğledik.
Neyin aslının ne olduğundan mı bahsediyorduk? Dönüp de baktığımızda yıllar boyunca birçok diploma sınavında, birçok yarışmada, birçok sergide, birçok etkinlikte sunulan onlarca sanat eserinin, aslında ne kadar zaman önce, bilmem hangi ülkede, bilmem hangi sanatçı tarafından yapılan ve hatta bilmem hangi periyodik yayında yer alan eser olduğunu “ortaya çıkartmaktan”... Ülkemizde bir kısmı ödül kazanan, bir kısmı o sanatçının en önemli eserlerinden sayılan, bir kısmı ise bizzat o sanatçı tarafından “kendi sanatının yeni bir öncü cümlesi” olarak sunulan onlarca resim, heykel, performansın “asıl sahibi” bir başkası...
Şimdi diyeceksiniz ki, “neden böylesi yararlı bir çabadan geri duruyor, ondan şaka yollu bahsediyorsunuz?” Ah, siz bir o isimler arasında kimler, kimler var bilseniz! O isimleri bir yerlere getiren etkin ve yetkin sanat ortamı tarafının bizi topa tutmasından mı korkuyoruz? Yooo. Eserlerinin önemli bir bölümünü, -hepinizin tanıdığı yönetmen Carlos Saura’nın öz kardeşi Antonio Saura’nın ondan yirmi yıl önce yaptıklarından- çalan bizzat o hırsızlardan birinin dediği gibi: Topa tutulmak iyidir. Reklam olur; iyi de olur, belki de.
Şaka bir yana, düşünüyorum da niye yaşayalım bu ortaya çıkarma çabasını?! Geçerli cevap bulamıyorum. Sanatsal yaratımın niteliğine, özgünlüğüne sahip çıkan sanatsever bilinçli bir topluluk olsa, uluslararası sanat ortamını da zaten bizim gibi izler ve görüp bildiklerimizi görür, bilir; tepki gösterir. Varolan sanatsever topluluk, bu ortaya çıkacak bilgiyi arzu ediyor olsa, zaten o araklanmış sanat eserlerinden çok önce gelen miyadı çoktan dolmuş dekoratif işlere para yatırıp da duvarını süslemez.
İnanamayacaksınız biliyorum ama, kimi “eleştirmenlere”, işlerini/sergilerini anlamlandırıp güzellediği ve kendi kaleme aldığı yazılara “imza atma” şansı veren sanatçıların olduğu bir ortamda, bazı sanat eleştirmenlerinin kendi elleriyle para karşılığı eleştiriler yazmasının ne sakıncası olabilir ki? O eleştirmenlerden, bizim sanatçı kimliğimizin fütursuzluğu ve oyunbazlığı ile acı acı gülerek izlediğimiz hırsızlıkları bizden önce ya da bizim yanımız sıra “ortaya çıkarma”sını nasıl bekleriz ki? Onlar kendilerini bilgili, yeterli ve bağımsız hissetmiyor ve uyarı görevlerini yerine getirmiyorsa, bu işi yapması gereken biz miyiz? Sorumluluk? Kime karşı? Hangi zeminde? Veren memnun, alan da; ödülleyen de, yayınlayan da, eleştiren de!..
Bize, biz gibilere ne kalıyor?
Öncelikle, böylesi bir etik suçu saklamayı bile kendi varlığı için gerekli gören bu sanat ortamının verili ilişki ağına çok fazla bulaşmamak... Kirlenmemek... Kendi yaratımımızın özgünlüğü ve niteliği ile ilgili kaygılarımızla bir kez daha barışmak... Her geçen gün, bu “suçun” daha zor işlenmesi ve giderek de işlenememesi için, elimizden geldiğince uluslararası sanat ortamının değerlendirme ölçütlerinin ve veri donanımının, ülkemiz sanat ortamı için de geçerli olacağı bir yarın adına uğraşmak.
Bu görev, aslında öğrenmenin yolunun, –genel olarak- kendilerini kısıtlamaktan başka bir şeyi neredeyse yapmayan öğretmenlerinden geçmediğini bilmesi gereken güzel sanatlar öğrencilerinin çabalarını da gerektirir.
Bir sergide, karşı karşıya kaldığı sanat eserini “okumakta” güçlük çeken ama bunu aslında çok isteyen izleyicinin, bunu öğrenmenin yolunu bulmasını da gerektirir.
Yazdığı eleştirinin “bağımsızlığını” tartışmayı akla getiremeyecek kadar dürüst ve yetkin bir yerden yazan eleştirmen ve sanat tarihçilerinin varlığını da gerektirir.
Bir insanın kıta kıta dolaştırabilecek bir uluslarası ilişki ağı kurabilme becerikliliğinin, iyi bir seçici/sergileyen olması için yeterli olmadığını görmesi gereken genç sanatçıların sayısının artmasını da gerektirir.
En önemlisi, benim sanatçı bir ICQ arkadaşımla yaptığım bu diyaloğun, bu yazıyla sizlere akan ruhunun anlam kazanmasını sağlayacak bir yaygınlıkta sanat üretiminin yavaş yavaş varolmasını gerektirir.
O zaman arada bir bile olsa, bu kitabı yayınlamayı hiç düşünmeyiz. Emin olsunlar, rahat olsunlar!
Neyin aslının ne olduğundan mı bahsediyorduk? Dönüp de baktığımızda yıllar boyunca birçok diploma sınavında, birçok yarışmada, birçok sergide, birçok etkinlikte sunulan onlarca sanat eserinin, aslında ne kadar zaman önce, bilmem hangi ülkede, bilmem hangi sanatçı tarafından yapılan ve hatta bilmem hangi periyodik yayında yer alan eser olduğunu “ortaya çıkartmaktan”... Ülkemizde bir kısmı ödül kazanan, bir kısmı o sanatçının en önemli eserlerinden sayılan, bir kısmı ise bizzat o sanatçı tarafından “kendi sanatının yeni bir öncü cümlesi” olarak sunulan onlarca resim, heykel, performansın “asıl sahibi” bir başkası...
Şimdi diyeceksiniz ki, “neden böylesi yararlı bir çabadan geri duruyor, ondan şaka yollu bahsediyorsunuz?” Ah, siz bir o isimler arasında kimler, kimler var bilseniz! O isimleri bir yerlere getiren etkin ve yetkin sanat ortamı tarafının bizi topa tutmasından mı korkuyoruz? Yooo. Eserlerinin önemli bir bölümünü, -hepinizin tanıdığı yönetmen Carlos Saura’nın öz kardeşi Antonio Saura’nın ondan yirmi yıl önce yaptıklarından- çalan bizzat o hırsızlardan birinin dediği gibi: Topa tutulmak iyidir. Reklam olur; iyi de olur, belki de.
Şaka bir yana, düşünüyorum da niye yaşayalım bu ortaya çıkarma çabasını?! Geçerli cevap bulamıyorum. Sanatsal yaratımın niteliğine, özgünlüğüne sahip çıkan sanatsever bilinçli bir topluluk olsa, uluslararası sanat ortamını da zaten bizim gibi izler ve görüp bildiklerimizi görür, bilir; tepki gösterir. Varolan sanatsever topluluk, bu ortaya çıkacak bilgiyi arzu ediyor olsa, zaten o araklanmış sanat eserlerinden çok önce gelen miyadı çoktan dolmuş dekoratif işlere para yatırıp da duvarını süslemez.
İnanamayacaksınız biliyorum ama, kimi “eleştirmenlere”, işlerini/sergilerini anlamlandırıp güzellediği ve kendi kaleme aldığı yazılara “imza atma” şansı veren sanatçıların olduğu bir ortamda, bazı sanat eleştirmenlerinin kendi elleriyle para karşılığı eleştiriler yazmasının ne sakıncası olabilir ki? O eleştirmenlerden, bizim sanatçı kimliğimizin fütursuzluğu ve oyunbazlığı ile acı acı gülerek izlediğimiz hırsızlıkları bizden önce ya da bizim yanımız sıra “ortaya çıkarma”sını nasıl bekleriz ki? Onlar kendilerini bilgili, yeterli ve bağımsız hissetmiyor ve uyarı görevlerini yerine getirmiyorsa, bu işi yapması gereken biz miyiz? Sorumluluk? Kime karşı? Hangi zeminde? Veren memnun, alan da; ödülleyen de, yayınlayan da, eleştiren de!..
Bize, biz gibilere ne kalıyor?
Öncelikle, böylesi bir etik suçu saklamayı bile kendi varlığı için gerekli gören bu sanat ortamının verili ilişki ağına çok fazla bulaşmamak... Kirlenmemek... Kendi yaratımımızın özgünlüğü ve niteliği ile ilgili kaygılarımızla bir kez daha barışmak... Her geçen gün, bu “suçun” daha zor işlenmesi ve giderek de işlenememesi için, elimizden geldiğince uluslararası sanat ortamının değerlendirme ölçütlerinin ve veri donanımının, ülkemiz sanat ortamı için de geçerli olacağı bir yarın adına uğraşmak.
Bu görev, aslında öğrenmenin yolunun, –genel olarak- kendilerini kısıtlamaktan başka bir şeyi neredeyse yapmayan öğretmenlerinden geçmediğini bilmesi gereken güzel sanatlar öğrencilerinin çabalarını da gerektirir.
Bir sergide, karşı karşıya kaldığı sanat eserini “okumakta” güçlük çeken ama bunu aslında çok isteyen izleyicinin, bunu öğrenmenin yolunu bulmasını da gerektirir.
Yazdığı eleştirinin “bağımsızlığını” tartışmayı akla getiremeyecek kadar dürüst ve yetkin bir yerden yazan eleştirmen ve sanat tarihçilerinin varlığını da gerektirir.
Bir insanın kıta kıta dolaştırabilecek bir uluslarası ilişki ağı kurabilme becerikliliğinin, iyi bir seçici/sergileyen olması için yeterli olmadığını görmesi gereken genç sanatçıların sayısının artmasını da gerektirir.
En önemlisi, benim sanatçı bir ICQ arkadaşımla yaptığım bu diyaloğun, bu yazıyla sizlere akan ruhunun anlam kazanmasını sağlayacak bir yaygınlıkta sanat üretiminin yavaş yavaş varolmasını gerektirir.
O zaman arada bir bile olsa, bu kitabı yayınlamayı hiç düşünmeyiz. Emin olsunlar, rahat olsunlar!
Bienal savunmada, ben hasret içindeyim.
Sağa sola bakıp da, bir dizi sanat etkinliğinin birbirini beklercesine ortalığa saçıldığını gördüğümüz günler İstanbul’da.
Öncelikle Bienal başladı. Gazeteler, dergiler günlerdir, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın ve küratör Paolo Colombo’nun ne kadar isabetli bir karar vererek 6. İstanbul Bienali’nin açılmasından vazgeçmediğinden sözediyor. Bir de Bienal’in, biletlerden edineceği gelir, düzenlediği müzayede ve 20 sanatçının da yardımseverliği ile nasıl depreme akacak bir paranın kaynağı haline getirildiğini överek anlatıyorlar. Bienal üzerine yazılan ilk yazıların hemen tümüyle aktardığı tek bu bilgi...
Benden ne beklenir bilmiyorum ama, bu Bienal’in “ne iyi ki” böyle açıldığına sevinip Vakfı ve küratörü kutlayıp, sergilenen sanat eserlerine ilişkin tanıtım ve eleştirilere geçemeyeceğim.
Ben, tüm bu yayınlanan satırlarda tek bir şeyi okuyorum: lanet olsun ki, sanat, yine kalabalıklar ve devlet tarafından “bir eğlence olarak” algılandığı yerden, kendini savunmak ihtiyacı duyuyor. Varlığı için özür arıyor.
Yıldırım Türker, 19 Eylül 1999 tarihli Radikal 2’deki “Neler almalıyım yanıma?” başlıklı okunası yazısında şöyle diyor: “...Hayata karşı devleti, insana karşı milliyeti savunan görüş göçük altında kalmıştır.... Türkçe bilmeyen köpekler ıslak burunlarıyla can çekiştiğimiz yerde bizi duyuyor. Kimi durumlarda dünyanın serapa vicdan kesilebildiğine, devletlerin değil insanların bir anda dil, din, ırk, sınır düşünmeden yekvücut olabildiğine tanık olmak az şey mi?”
O yazının hemen solunda da,Ceylan Ö. Gaitanidou Atina’dan yazmıştı: “...Yunan kanı bize uymaz, diyen Osman Durmuş’ları, Türkler’e yardım göndermeyin. Bunları satıp bize saldırmak için silah satın alırlar, diyen eski Kamu Düzeni Bakanı Stelyos Popatemelis gibilerini de EMAK ve AKUT mensubu yapalım. Bakalım ırkçılık yapmadaki başarılarını, yıkık yedi katlı binaların enkazı altında canlı insan arama ve kurtarmada da gösterebilecekler mi? Daha doğrusu o koca popolarını daracık dehlizlere sokmaya cesaret edebilecekler mi, görelim..."
Gün, ne yazık ki böylesi felaketlerin hangi insanlık düşmanı siyasal kimliklerin sıvasının çatlattığını gösterdiği, yaşamın ana kaynaklarının güç kazandığı bir günken, bu kaynaklardan başka çıkış noktası olmayan sanat savunmada kalmamalıydı. Deprem felaketi (ya da bir başka felaket, örneğin bir savaş) bir uluslarası çağdaş sanat etkinliğinin yapılmaması için değil, daha görkemli, daha özenli yapılması için bir nedendir bence; hele kendi varoluşuna özür araması için asla değil.
Pentagon’un ve IMF’nin dayattığı, sınırların, yeni sınırların, ulusal kimliklerin, bunlar adına yapılan savaşların ve katliamların değer kazandığı yeni dünya düzeni’nde, çağdaş sanatın ırkçılığa, milliyetçiliğe, savaş kışkırtıcılığına, yeni barbarlığa karşı net konumu olduğu gibi İstanbul’a yayılmalıydı. Boğaz vapurlarının Bienal mekanlarından olmasından vazgeçilmiş. Gülemiyorum bile bu saçmalığa... Daha önce sadece sergilenmek için sanat eserlerini yollayacak bir dizi sanatçı ve bizzat gelmeyi düşünmeyen kimi sanat eleştirmenlerinin Açılış’ta yeralmak üzere İstanbul’a aktığı Bienal, kendine yakıştırdığı savunma durumundan çıkmak, çıkarılmak üzere ziyaretlerinizi, katılımınızı, eleştirilerinizi bekliyor.
*
Ben Bienal ve yanı sıra akan sanat etkinlikleri üzerine yazmayı gelecek yazıma kadar erteliyorum. Gidebildiğim tek Bienal mekanı, Dolmabahçe Kültür Merkezi. Diğerlerini de dolaşmalıyım.
Açılış için Bienal dönemini seçen üç sergi/sanat etkinliği ise, Dulcinea’daki karma sergi “Tepeler arasında Tablo”, Selda Asal’ın başlattığı Apartman projesi kapsamındaki “Ayakkabı” sergisi ve en önemlisi, Borusan Kültür Merkezi’ndeki kaçırılmaması gereken Joseph Kosuth sergisi. Bu yazıda salt Dulcinea’daki sergiden sözetmek istiyorum:
Dulcinea’nın karma sergisi, son yılların gözde çağdaş sanatçılarını ve sürpriz bir yeni ismi (Elif Ara’yı) kapsıyor. İlk ağızda, katalogdaki “bibliyografya seçimleri”nin vurgulanmış ismi olmasına, sergi açılışındaki fazla baskın konumuna bakıldığında küratör Vasıf Kortun’un sergisi sanılabilecek olsa da, olmayan bir sergi bu...
Halil Altındere, Hüseyin B. Alptekin, Bülent Şangar, Selim Birsel, hatta giderek Vahit Tuna’nın isimlerinin “sadece kendisi ile birlikte anılmasını” bu kadar istemesiyle, o sanatçıların giderek kendileri başlarına “okunmasını ve görünmesini” giderek engellediğini, “hiç istemediği” bir yerde onlara zarar verdiğini düşünüyorum Kortun’un. Değişebilir sanatçı isimleriyle, değişik sentezler kurabilir seçici kimliğinin, hangi sergiyi ne gibi bir zeminde varettiği ile değer kazanacak doğru küratörlük konumu yerine, böylesi bir “taraf olma, sahip çıkma” anaç konumunu seçmesinin günahını ise asla yalnızca ona çıkartamıyorum. Öncelikle, böylesi bir ilişkinin diğer “eşit tarafı” olması gereken sanatçılar, bu anaç kanatları fazlasıyla ister bir haldeler... Aklıma bedelli askerliğin kışlasındaki, neredeyse hepsi üniversite mezunu, iş güç sahibi yetişkin erkeklerin beş-altı gün içinde, hepsi belden aşağı 60 cümleyle hayatlarını sürdürebilir hale geldikleri “dil” içindeki zavallılıkları geliyor. Üsteğmen, onları toplayıp da, zaten diğer kışlalarla kıyaslanmayacak kadar abartılı olanaklarının üstüne ek olarak ne istediklerini sorduğunda, biri elini kaldırıp ve çok anlamlı bir dil sürçmesiyle “Hocam; pardon komutanım...” dedikten sonra eklemişti: “Kantine daha çok kaymaklı bisküvi gelebilir mi?” Üsteğmen, aşağılar bir edayla, neredeyse inanamayarak ona bakmış ve “elbette, iletirim gereken yerlere!” diyerek cevapladı. Tam bu karşı karşıya gelişte, o ordu malı askerlerin, o “entelektüel” kalabalığa dudak bükerek bakmasına, davranmasına diyebileceğim hiçbir söz kalmadı.
Sanat ortamımız, örneğin bir Paris’in 2000 sanatçılı ve 200 küratörlü ortamı olmadığı için, sanat ortamındaki varoluşun, hiçbir yeni seçimin, sergilemenin “bir savaş oyunu olmadığı” zengin eşitlikçiliğinin, iki küratörlü, 50-60 çağdaş sanatçılı bizim ortamımızdan beklenemeyeceği de bir gerçek belki. Yine de özsaygısı, işinin niteliğine isteği ve güveni olan sanatçılara hasretim, karşılığını bulsa diyorum... Vahit Tuna’nın tümü, Hüseyin Alptekin’in yarısı daha önce sergilenen işini yeniden sergilemekten beis duymaz özensizliğini, Selim Birsel’in “hiç utanmadan” her birine 10 dolar fiyat biçtiği (ve hatta satılırsa, sergi boyunca yenilerini de getirerek onları da satabileceğini söyleyebilerek seyirciyi ahmak yerine koyduğu) kullanılmış toplarıyla kurduğu sığ ve boşlukta gezen oyun cümlesini, Bülent Şangar’ın artık kendine bile gına verdiğini düşündüğüm kurmaca aile hicivlerini yeniden sunabilme rahatlığını saygı ile izleyemiyorum.
Bu arada, Hale Tenger’in, her zamanki yalın derinliği ile kurduğu “temel cümleyi” nasıl sanata dönüştürdüğüne ise hayranlıkla bakıyorum.
Dulcinea (çağdaş sanatlar için özgür mekan) projesinin ve sanat yönetmeni Claire Lyse Bucci’nın bir yıl içinde ulaştığı saygınlığın ve vazgeçilmezliğin, Bienal sırasında böylesi bir karma sergi ile yaygınlaşma arayışına girmesi ne kadar anlaşılır ise, tek tek her yaratımın, çok daha ötesini başarmaya yetkin olduğunu bildiğim sanatçılarının ve onların kabulu olan yol göstericilerinin, nitelik derdinden bu kadar uzak olabilmesi de o kadar zor anlaşılır benim için...
*
Bu köşede, ne zaman İstanbul’da yeralan bir sanat etkinliği için yazmayı düşünsem, yazsam, Superonline’ın abonesi olan on binlerce kullanıcının ve sayfamın konuğu olan diğer internet kullanıcılarının kaçının bu kentin dışında yaşadığını merak ediyorum. Superonline, bu konuda net bir sayı veremiyor bana. Siz verebilir misiniz?
Sanatla kalın.
Öncelikle Bienal başladı. Gazeteler, dergiler günlerdir, İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’nın ve küratör Paolo Colombo’nun ne kadar isabetli bir karar vererek 6. İstanbul Bienali’nin açılmasından vazgeçmediğinden sözediyor. Bir de Bienal’in, biletlerden edineceği gelir, düzenlediği müzayede ve 20 sanatçının da yardımseverliği ile nasıl depreme akacak bir paranın kaynağı haline getirildiğini överek anlatıyorlar. Bienal üzerine yazılan ilk yazıların hemen tümüyle aktardığı tek bu bilgi...
Benden ne beklenir bilmiyorum ama, bu Bienal’in “ne iyi ki” böyle açıldığına sevinip Vakfı ve küratörü kutlayıp, sergilenen sanat eserlerine ilişkin tanıtım ve eleştirilere geçemeyeceğim.
Ben, tüm bu yayınlanan satırlarda tek bir şeyi okuyorum: lanet olsun ki, sanat, yine kalabalıklar ve devlet tarafından “bir eğlence olarak” algılandığı yerden, kendini savunmak ihtiyacı duyuyor. Varlığı için özür arıyor.
Yıldırım Türker, 19 Eylül 1999 tarihli Radikal 2’deki “Neler almalıyım yanıma?” başlıklı okunası yazısında şöyle diyor: “...Hayata karşı devleti, insana karşı milliyeti savunan görüş göçük altında kalmıştır.... Türkçe bilmeyen köpekler ıslak burunlarıyla can çekiştiğimiz yerde bizi duyuyor. Kimi durumlarda dünyanın serapa vicdan kesilebildiğine, devletlerin değil insanların bir anda dil, din, ırk, sınır düşünmeden yekvücut olabildiğine tanık olmak az şey mi?”
O yazının hemen solunda da,Ceylan Ö. Gaitanidou Atina’dan yazmıştı: “...Yunan kanı bize uymaz, diyen Osman Durmuş’ları, Türkler’e yardım göndermeyin. Bunları satıp bize saldırmak için silah satın alırlar, diyen eski Kamu Düzeni Bakanı Stelyos Popatemelis gibilerini de EMAK ve AKUT mensubu yapalım. Bakalım ırkçılık yapmadaki başarılarını, yıkık yedi katlı binaların enkazı altında canlı insan arama ve kurtarmada da gösterebilecekler mi? Daha doğrusu o koca popolarını daracık dehlizlere sokmaya cesaret edebilecekler mi, görelim..."
Gün, ne yazık ki böylesi felaketlerin hangi insanlık düşmanı siyasal kimliklerin sıvasının çatlattığını gösterdiği, yaşamın ana kaynaklarının güç kazandığı bir günken, bu kaynaklardan başka çıkış noktası olmayan sanat savunmada kalmamalıydı. Deprem felaketi (ya da bir başka felaket, örneğin bir savaş) bir uluslarası çağdaş sanat etkinliğinin yapılmaması için değil, daha görkemli, daha özenli yapılması için bir nedendir bence; hele kendi varoluşuna özür araması için asla değil.
Pentagon’un ve IMF’nin dayattığı, sınırların, yeni sınırların, ulusal kimliklerin, bunlar adına yapılan savaşların ve katliamların değer kazandığı yeni dünya düzeni’nde, çağdaş sanatın ırkçılığa, milliyetçiliğe, savaş kışkırtıcılığına, yeni barbarlığa karşı net konumu olduğu gibi İstanbul’a yayılmalıydı. Boğaz vapurlarının Bienal mekanlarından olmasından vazgeçilmiş. Gülemiyorum bile bu saçmalığa... Daha önce sadece sergilenmek için sanat eserlerini yollayacak bir dizi sanatçı ve bizzat gelmeyi düşünmeyen kimi sanat eleştirmenlerinin Açılış’ta yeralmak üzere İstanbul’a aktığı Bienal, kendine yakıştırdığı savunma durumundan çıkmak, çıkarılmak üzere ziyaretlerinizi, katılımınızı, eleştirilerinizi bekliyor.
*
Ben Bienal ve yanı sıra akan sanat etkinlikleri üzerine yazmayı gelecek yazıma kadar erteliyorum. Gidebildiğim tek Bienal mekanı, Dolmabahçe Kültür Merkezi. Diğerlerini de dolaşmalıyım.
Açılış için Bienal dönemini seçen üç sergi/sanat etkinliği ise, Dulcinea’daki karma sergi “Tepeler arasında Tablo”, Selda Asal’ın başlattığı Apartman projesi kapsamındaki “Ayakkabı” sergisi ve en önemlisi, Borusan Kültür Merkezi’ndeki kaçırılmaması gereken Joseph Kosuth sergisi. Bu yazıda salt Dulcinea’daki sergiden sözetmek istiyorum:
Dulcinea’nın karma sergisi, son yılların gözde çağdaş sanatçılarını ve sürpriz bir yeni ismi (Elif Ara’yı) kapsıyor. İlk ağızda, katalogdaki “bibliyografya seçimleri”nin vurgulanmış ismi olmasına, sergi açılışındaki fazla baskın konumuna bakıldığında küratör Vasıf Kortun’un sergisi sanılabilecek olsa da, olmayan bir sergi bu...
Halil Altındere, Hüseyin B. Alptekin, Bülent Şangar, Selim Birsel, hatta giderek Vahit Tuna’nın isimlerinin “sadece kendisi ile birlikte anılmasını” bu kadar istemesiyle, o sanatçıların giderek kendileri başlarına “okunmasını ve görünmesini” giderek engellediğini, “hiç istemediği” bir yerde onlara zarar verdiğini düşünüyorum Kortun’un. Değişebilir sanatçı isimleriyle, değişik sentezler kurabilir seçici kimliğinin, hangi sergiyi ne gibi bir zeminde varettiği ile değer kazanacak doğru küratörlük konumu yerine, böylesi bir “taraf olma, sahip çıkma” anaç konumunu seçmesinin günahını ise asla yalnızca ona çıkartamıyorum. Öncelikle, böylesi bir ilişkinin diğer “eşit tarafı” olması gereken sanatçılar, bu anaç kanatları fazlasıyla ister bir haldeler... Aklıma bedelli askerliğin kışlasındaki, neredeyse hepsi üniversite mezunu, iş güç sahibi yetişkin erkeklerin beş-altı gün içinde, hepsi belden aşağı 60 cümleyle hayatlarını sürdürebilir hale geldikleri “dil” içindeki zavallılıkları geliyor. Üsteğmen, onları toplayıp da, zaten diğer kışlalarla kıyaslanmayacak kadar abartılı olanaklarının üstüne ek olarak ne istediklerini sorduğunda, biri elini kaldırıp ve çok anlamlı bir dil sürçmesiyle “Hocam; pardon komutanım...” dedikten sonra eklemişti: “Kantine daha çok kaymaklı bisküvi gelebilir mi?” Üsteğmen, aşağılar bir edayla, neredeyse inanamayarak ona bakmış ve “elbette, iletirim gereken yerlere!” diyerek cevapladı. Tam bu karşı karşıya gelişte, o ordu malı askerlerin, o “entelektüel” kalabalığa dudak bükerek bakmasına, davranmasına diyebileceğim hiçbir söz kalmadı.
Sanat ortamımız, örneğin bir Paris’in 2000 sanatçılı ve 200 küratörlü ortamı olmadığı için, sanat ortamındaki varoluşun, hiçbir yeni seçimin, sergilemenin “bir savaş oyunu olmadığı” zengin eşitlikçiliğinin, iki küratörlü, 50-60 çağdaş sanatçılı bizim ortamımızdan beklenemeyeceği de bir gerçek belki. Yine de özsaygısı, işinin niteliğine isteği ve güveni olan sanatçılara hasretim, karşılığını bulsa diyorum... Vahit Tuna’nın tümü, Hüseyin Alptekin’in yarısı daha önce sergilenen işini yeniden sergilemekten beis duymaz özensizliğini, Selim Birsel’in “hiç utanmadan” her birine 10 dolar fiyat biçtiği (ve hatta satılırsa, sergi boyunca yenilerini de getirerek onları da satabileceğini söyleyebilerek seyirciyi ahmak yerine koyduğu) kullanılmış toplarıyla kurduğu sığ ve boşlukta gezen oyun cümlesini, Bülent Şangar’ın artık kendine bile gına verdiğini düşündüğüm kurmaca aile hicivlerini yeniden sunabilme rahatlığını saygı ile izleyemiyorum.
Bu arada, Hale Tenger’in, her zamanki yalın derinliği ile kurduğu “temel cümleyi” nasıl sanata dönüştürdüğüne ise hayranlıkla bakıyorum.
Dulcinea (çağdaş sanatlar için özgür mekan) projesinin ve sanat yönetmeni Claire Lyse Bucci’nın bir yıl içinde ulaştığı saygınlığın ve vazgeçilmezliğin, Bienal sırasında böylesi bir karma sergi ile yaygınlaşma arayışına girmesi ne kadar anlaşılır ise, tek tek her yaratımın, çok daha ötesini başarmaya yetkin olduğunu bildiğim sanatçılarının ve onların kabulu olan yol göstericilerinin, nitelik derdinden bu kadar uzak olabilmesi de o kadar zor anlaşılır benim için...
*
Bu köşede, ne zaman İstanbul’da yeralan bir sanat etkinliği için yazmayı düşünsem, yazsam, Superonline’ın abonesi olan on binlerce kullanıcının ve sayfamın konuğu olan diğer internet kullanıcılarının kaçının bu kentin dışında yaşadığını merak ediyorum. Superonline, bu konuda net bir sayı veremiyor bana. Siz verebilir misiniz?
Sanatla kalın.
Kurduğu geleneğe sahip çıkacak Bienal nerede?
İstanbul Bienali’nin tüm mekanlarını gezdim nihayet. Seçicilerin, düzenleyenlerin kimliği ve niteliği ne olursa olsun, insanlar hiç değilse çağdaş sanatın yeni örneklerini görsün, bilsin istediğimden tepkimin oklarını sakındığım bir etkinlik değil artık Bienal. Çünkü, utanmadan, yüksünmeden insanların karşısına çıkardıkları, bir üçüncü sınıf akademi sergisi... Üstelik içinde (bir-iki çok yeteneklinin yanı sıra) yeteneksiz, kolaycı, ilk akla gelen “yaratım”ları ve sunum biçimlerini yeğleyen bir dolu öğrencinin olduğu bir sergi. İnanmayın, ne çağdaş sanat bu; ne dünya genelinde çağdaş sanatın bulunduğu çizgi bu, arkadaşlar... İstedikleri kadar, Paolo Colombo’nun, sanatın yumuşak, kadınsı yüzünü öne çıkardığı, hiç bilinmeyen isimlere kapı açtığı bienal diye anlamlandırmaya çalışsınlar, hatta hiç sakınmadan kimi sponsörlük sorunları yüzünden küratörün “diplomatik” adımlar atmak zorunda kaldığı özrünü önümüze sürsünler; bu sorumsuzluğa tepkinizi gösterin ve o genel niteliği ile bir önceki yazımda neden beğenmediğimi aktardığım Dulcinea’daki serginin bile “ne yazık ki” seçimleriyle Bienal’den çok daha cesur olduğunu gösterin derim bu Vakıf fütursuzluğuna...
*
Bienal Sergi Defteri’nin ve Sanat Forum’un [Superonline Çağdaş Sanatlar sitesinin okuyucu forumları] Oblomov’unu ilgiyle izliyorum ve üslubuna itirazım olsa da şu dediklerine tartışmaktan yanayım:
“Bienallerin üç aşağı beş yukarı (sergileme düzenine kadar) aynı olduğu ortadadır. Yapıtlar birbirinin doğrultusunda üretilir, çarpıcı olmasına özen gösterilir (çünkü, artık yapıtların içselliği en alt düzeydedir, bu yüzden izleyicinin yeniden anlamlandırmasına zaman yoktur ve yapıtlar "açık" yorumlara yönelecek "ima"lardan yoksunlaştırılmıştır). Bu yüzden yapıtların "düz ve çarpıcı" olmasından başka çaresi yoktur. Sanatçılar buna erken uyandılar ve "çarpıcı" olmaktan başka çarelerinin olmadığını biliyorlar. Birkaç günde yüzlerce yapıtın algılanarak yeniden anlamlandırılması mümkün mü?...”
Oblomov’un, bu durumun nedeni adına verdiği yanıt ise şu:
“Sanatçının ve izleyicinin yapıt karşısındaki edimini ortadan kaldırmak, "sistem içi gerçeklik"ten dışarı çıkmamak için... "Yeniden gerçeklik" yaratan bir yapıtı oluşturmak ve onu izlemek için yeterli zaman yoktur ki... Özellikle 1980 sonrası, plastik sanatlar kadar merkezî iktidarların ve sermayenin dümen suyunda hareket eden, ona yalakalıkta en ön sırada yer alan başka bir sanat ve dahası; bir "iş" yoktur.”
Katılmıyorum. Ama önce bir başka katılmayan’ın cevabını aktarmak istiyorum. Sanat Forum’un Uras’ı diyor ki (bu Uras’ın Ufuk Uras olup olmadığını nedense çok merak ettim):
“Böyle bir yargıya nasıl vardınız, doğrusu pek şaşırdım! Bunun tersini kanıtlayacak onlarca delil sayabilirim size. Birincisi merkezi ve yerel iktidarların bu sanat dalına ne kadar fon ayırdığına bir bakınız. İkincisi, özellikle güncel sanat üreten genç sanatçıların bugün hangi şartlarda ve zorluklarla(bu işten para kazanmadan)üretimlerini sürdürdüklerine dikkat ediniz.
Merkezi iktidarların plastik sanatların üzerine bir "edebiyat"da olduğu gibi gelmemişse bu bir popülerlik meselesidir. Ama hepten de unutmuş değillerdir. Hale Tenger’e 3. İstanbul Bienali’nde sergilediği işten dolayı dava açmayı ihmal etmemişlerdir."Dümen suyuna gitmek ve yalakalık " tezinize cevap olacak, aklıma hemen gelen üç yapıt:Selim Birsel'in "KURŞUN UYKUSU" 1995 Ankara Garındaki işi,Halil Altındere'nin 5.İstanbul Bienali’nde sergilenen işleri,Canan Şenol'un 98 Esbank Resim Yarışmasında sergilenen "Şeffaf Karakol" ve şu anda Dulcinea'da sergilenen "Nisa-i" adlı işleri...
Bienal’e gelince tek bir şey söyleyeceğim: 95 yılından bu yana takip ettiğim bienaller izleyiciye ve özellikle genç sanatçılara başka sanat yapma tarzlarının da olabileceğini göstermiştir. Sanatı sadece yöresindekilerle değerlendiren bizler için (bazılarını bu rahatsız etse de) iyi bir fırsattır. Fırsatı değerlendirelim:)”
Oblomov’un bu genel ve kolaycı saptaması –neredeyse- bu Bienal ile arayıp da bulamadığı karşılığını bulmaktadır. Yine de bu “durum”, onun saptamasını haklı çıkarmıyor. O’na, herkese ve “işin sahibi” olan İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’na hatırlatmak istediğim şey sadece, 4. İstanbul Bienali’dir. Zamanında, kendi yöneliminin olası oryantalistliğinin, “Orientation” konseptinin ortaya çıkmasında ne kadar etkili olduğunun işgüzarca tartışıldığı Rene Block, tam da o bienalde, çok önemli bir cümlenin altını çizmişti: Venedik Bienali’nin başını çektiği, sanatçıları vatandaşı olduğu ülkelerin “pavyonlarına” sokmayı ve oradan sunmayı iş edinen anlayış sınırların bu kadar tutucu bir biçimde yeniden çizilmek isteğinin ısrarına rağmen zamanımızın olası potansiyellerinin ve gerçekliğinin çok gerisinde kalmıştır. Ulusal, coğrafî, cinsel kimliğin, hele ki yaratım cesareti ve isteği ile sınır tanımadan yöneldiği uzam ve yol duygusunun tartıştığı, sentezlediği, ürettiği “iş”lerin sergilendiği bir bienal yapılabilir; ötesi, yapılmalıdır.
Block, altına girdiği, imzasını attığı cümlenin ağırlığının farkındaydı. Karşılığını verdi. Herkes hatırlamalı, hatta bence artık sahaflara düşen o bienalin kataloğunu edinmeli...
Sistem içi ve sistem dışı varolma halinin ve isteğinin, çağdaş sanatı nereden tehdit ettiğini ise bir başka yazıda tartışmak isterim.
Joseph Kosuth’un Borusan Kültür Merkezi’ndeki sergisini gezmeyenleri, o serginin son günlerine çağırıyorum. Kosuth’un tüm cümlelerini “okurken”, gidip geleceğiniz her yeri merak ediyorum. Anlatır mısınız?
Kekeme’nin sadece 6. Yazısı bu. Superonline’ın bu sitesinin, en azından bu köşesinin, bu kadar erken bir zamanda kendi forumlarından bile beslenebilir bir devinime ulaşacağını açıkçası ummuyordum. Emeği geçenleri kutlarım.
Bir de, bir de, her şeye rağmen Bienal’in Dolmabahçe Kültür Merkezi’ndeki sergisine gidin ve o yukarıda (“yiğiti öldür, hakkını ver” örneği) sözettiğim bu müsamerenin o birkaç yetenekli öğrencisinin kendini size hemen göstereceği işlerini mutlaka görün isterim. Ülkemden onlara katılan tek ismi, Neriman Polat’ı da!
*
Bienal Sergi Defteri’nin ve Sanat Forum’un [Superonline Çağdaş Sanatlar sitesinin okuyucu forumları] Oblomov’unu ilgiyle izliyorum ve üslubuna itirazım olsa da şu dediklerine tartışmaktan yanayım:
“Bienallerin üç aşağı beş yukarı (sergileme düzenine kadar) aynı olduğu ortadadır. Yapıtlar birbirinin doğrultusunda üretilir, çarpıcı olmasına özen gösterilir (çünkü, artık yapıtların içselliği en alt düzeydedir, bu yüzden izleyicinin yeniden anlamlandırmasına zaman yoktur ve yapıtlar "açık" yorumlara yönelecek "ima"lardan yoksunlaştırılmıştır). Bu yüzden yapıtların "düz ve çarpıcı" olmasından başka çaresi yoktur. Sanatçılar buna erken uyandılar ve "çarpıcı" olmaktan başka çarelerinin olmadığını biliyorlar. Birkaç günde yüzlerce yapıtın algılanarak yeniden anlamlandırılması mümkün mü?...”
Oblomov’un, bu durumun nedeni adına verdiği yanıt ise şu:
“Sanatçının ve izleyicinin yapıt karşısındaki edimini ortadan kaldırmak, "sistem içi gerçeklik"ten dışarı çıkmamak için... "Yeniden gerçeklik" yaratan bir yapıtı oluşturmak ve onu izlemek için yeterli zaman yoktur ki... Özellikle 1980 sonrası, plastik sanatlar kadar merkezî iktidarların ve sermayenin dümen suyunda hareket eden, ona yalakalıkta en ön sırada yer alan başka bir sanat ve dahası; bir "iş" yoktur.”
Katılmıyorum. Ama önce bir başka katılmayan’ın cevabını aktarmak istiyorum. Sanat Forum’un Uras’ı diyor ki (bu Uras’ın Ufuk Uras olup olmadığını nedense çok merak ettim):
“Böyle bir yargıya nasıl vardınız, doğrusu pek şaşırdım! Bunun tersini kanıtlayacak onlarca delil sayabilirim size. Birincisi merkezi ve yerel iktidarların bu sanat dalına ne kadar fon ayırdığına bir bakınız. İkincisi, özellikle güncel sanat üreten genç sanatçıların bugün hangi şartlarda ve zorluklarla(bu işten para kazanmadan)üretimlerini sürdürdüklerine dikkat ediniz.
Merkezi iktidarların plastik sanatların üzerine bir "edebiyat"da olduğu gibi gelmemişse bu bir popülerlik meselesidir. Ama hepten de unutmuş değillerdir. Hale Tenger’e 3. İstanbul Bienali’nde sergilediği işten dolayı dava açmayı ihmal etmemişlerdir."Dümen suyuna gitmek ve yalakalık " tezinize cevap olacak, aklıma hemen gelen üç yapıt:Selim Birsel'in "KURŞUN UYKUSU" 1995 Ankara Garındaki işi,Halil Altındere'nin 5.İstanbul Bienali’nde sergilenen işleri,Canan Şenol'un 98 Esbank Resim Yarışmasında sergilenen "Şeffaf Karakol" ve şu anda Dulcinea'da sergilenen "Nisa-i" adlı işleri...
Bienal’e gelince tek bir şey söyleyeceğim: 95 yılından bu yana takip ettiğim bienaller izleyiciye ve özellikle genç sanatçılara başka sanat yapma tarzlarının da olabileceğini göstermiştir. Sanatı sadece yöresindekilerle değerlendiren bizler için (bazılarını bu rahatsız etse de) iyi bir fırsattır. Fırsatı değerlendirelim:)”
Oblomov’un bu genel ve kolaycı saptaması –neredeyse- bu Bienal ile arayıp da bulamadığı karşılığını bulmaktadır. Yine de bu “durum”, onun saptamasını haklı çıkarmıyor. O’na, herkese ve “işin sahibi” olan İstanbul Kültür ve Sanat Vakfı’na hatırlatmak istediğim şey sadece, 4. İstanbul Bienali’dir. Zamanında, kendi yöneliminin olası oryantalistliğinin, “Orientation” konseptinin ortaya çıkmasında ne kadar etkili olduğunun işgüzarca tartışıldığı Rene Block, tam da o bienalde, çok önemli bir cümlenin altını çizmişti: Venedik Bienali’nin başını çektiği, sanatçıları vatandaşı olduğu ülkelerin “pavyonlarına” sokmayı ve oradan sunmayı iş edinen anlayış sınırların bu kadar tutucu bir biçimde yeniden çizilmek isteğinin ısrarına rağmen zamanımızın olası potansiyellerinin ve gerçekliğinin çok gerisinde kalmıştır. Ulusal, coğrafî, cinsel kimliğin, hele ki yaratım cesareti ve isteği ile sınır tanımadan yöneldiği uzam ve yol duygusunun tartıştığı, sentezlediği, ürettiği “iş”lerin sergilendiği bir bienal yapılabilir; ötesi, yapılmalıdır.
Block, altına girdiği, imzasını attığı cümlenin ağırlığının farkındaydı. Karşılığını verdi. Herkes hatırlamalı, hatta bence artık sahaflara düşen o bienalin kataloğunu edinmeli...
Sistem içi ve sistem dışı varolma halinin ve isteğinin, çağdaş sanatı nereden tehdit ettiğini ise bir başka yazıda tartışmak isterim.
Joseph Kosuth’un Borusan Kültür Merkezi’ndeki sergisini gezmeyenleri, o serginin son günlerine çağırıyorum. Kosuth’un tüm cümlelerini “okurken”, gidip geleceğiniz her yeri merak ediyorum. Anlatır mısınız?
Kekeme’nin sadece 6. Yazısı bu. Superonline’ın bu sitesinin, en azından bu köşesinin, bu kadar erken bir zamanda kendi forumlarından bile beslenebilir bir devinime ulaşacağını açıkçası ummuyordum. Emeği geçenleri kutlarım.
Bir de, bir de, her şeye rağmen Bienal’in Dolmabahçe Kültür Merkezi’ndeki sergisine gidin ve o yukarıda (“yiğiti öldür, hakkını ver” örneği) sözettiğim bu müsamerenin o birkaç yetenekli öğrencisinin kendini size hemen göstereceği işlerini mutlaka görün isterim. Ülkemden onlara katılan tek ismi, Neriman Polat’ı da!
Geri dönüp, değinmek zorunda kaldığım bir yazı ve Vasıf Kortun üzerine...
Vasıf Kortun’dan, “Bienal savunmada, ben hasret içindeyim” başlıklı 5. Kekeme’ye bir cevap geldi. Pek cevap diyemeyeceğim aslında; yazıda seslendiği dilin öznesi ben değilim. Bir ihtimal, yeni dergisi (sanat dergileri arasında nitelikli bir zenginlik) olan Resmi Görüş’te yayınlamayı düşündüğü bir yazının metni. Kortun’un “Hakan Akçura'nın Dulcinea sergisi yazısı üzerine:” başlıklı bu yazıya benim yazımın altına ekledim.
Kortun’un söyleminin bir tür küstahlığı herkesin malumu. Bu tarzı bilerek seçtiği, başka türlü olamayacağı, hatta yakıştığı bile söylenebilir.
Ama benim yaratımımın kendini beğenmişliği, bunaltıcı sınırları konusundaki düşüncelerini ya da arzularımın rahat bırakılmasına dair dileklerini tartışabileceğim son insan olduğu kesin. En azından “rahatlamasını istediği” arzularımla ilgili hiçbir muradının olmamasını gönülden dilerim.
Ama o yazıyla, Kortun’un kimi ciddi algı, anlama sorunları olduğu konusunda kuşkularım kabardı.
Öncelikle Alptekin ve Birsel’in Dulcinea’da sergilediği işlerinin niteliği konusundaki sözlerim, yaratımlarının niteliği üzerine değildi. Anlayamamış. Böylesi bir Bienal-eşzamanlı ve “günümüz çağdaş sanatçıları” sunumu taşıyan sergide, bizzat kendilerinden beklediğim özenle ilgiliydi. Alptekin’in yetkin yaratımının, elbette ki tekrarlar ve “permütasyonlarla” yürüdüğünü biliyorum. Ama, bizzat aynı mekanda iki ay önce sergilenen bir işini (ki bence çok daha paradoksal ve keyifli bir yorumla) yeniden sergileyen Alptekin, bu sunumuyla, bence bu sergiye dair değil, önceki kişisel sergisine ilişkin bir “eksiklik duygusu”nu bir sanatçı ve sanat takipçisi olarak bana iletiyorsa, bu “zaafı” yine benden duymalıdır. Asla Kortun gibi bunu, yaratımının asal niteliğine ilişkin bir haksız eleştiri olarak göreceğini sanmıyorum. Ayrıca eminim ki, haksız ya da haklı her türlü eleştirinin de yaratımını zenginleştireceğinin bilincindedir. Avukata ihtiyacı ise hiç yoktur.
Birsel ile ise, yaratımının genel niteliğine ilişkin eleştirilerimi ve sorularımı zaten bildiği açık ve dostça bir diyaloğumuz vardır. Açılış gecesinde, Kortun’un “sokaktan bulunmuş alım ve kullanım niyeti değerini yitiren toplar” diye tanımlamayı yeğlediği, benimse “nereden bulunduğunu asla bilemeyeceğimiz, alım ve kullanım niyeti değeri, sanatçı tarafından aynı referanslar üzerinden (satın alınabilir ve vurulabilir, ele alınabilir, oynanabilir toplardır yine onlar) tekrar üretilen toplar”a ilişkin sorumun ilk muhatabı bizzat Birsel’dir. Kendi içinde bir ironiyi taşıdığını söylediği satma kararı ve satıldıkça yenisi mekana katılabilecek toplara ilişkin alaycılık açıklaması ise o’na aittir. Benim yorumumda ise, evet izleyene/katılana karşı bu saldırgan bile olamayan sığ bakış, “onları ahmak yerine koyuş” olarak adlandırıldı. Bu “alay”ı savunmak ya da savunmamak, hakkında yazı yazan ben isem, tabii ki bana bağlı... Onun da avukata ihtiyacı olmadığını bilemeyen Kortun, eminim ki, Birsel’in gerekli açıklamasını ve savunusunu yaptığını ve yazımı onun üzerine kurduğumu hiç bilmiyor. Bilmesini istedim.
Şangar’ın yaratımının ise hayatı boyunca aile içi sorunlara dair olmasına hiç itirazım yok. Bizzat Şangar’ın itirazının olacağına ise Kortun’un aksine eminim. (Bu arada, Kortun’un itiraz etmediği hayat boyu fırça-boya kullanıcısı ben isem, sanatımı biraz daha iyi izlemesini öneririm; mesleği gereği en azından...) Şangar’ın buna itirazı olacağına iki nedenle eminim. Bir, sanatını ve arayışını izlediğim ve bildiğimden; iki, gördüğüm ve “gerçekten özgün” diyebileceğim ilk işi olan Dulcinea’daki yapıtında kendi konu özneleriyle kurduğu ilişkiden... Herhangi bir ilgili, Kortun ve en önemlisi Şangar, bana şunu iddia etsin çok isterdim: “O yansıma içinde kavgaya tutuşan iki öznenin hiçbirimizi inandırmaz acemi vodvil oyuncusu halleri iş’i güçlü kılan niteliklerdendir.” Sanmıyorum. O öznelerin hallerinin sahiciliğine çok bağlı olan o dikizci, teşhirci, kırık gözünü istiyorsam Şangar’dan, bu onun sanatıyla dayanışmam, saygım içindir. En iyi kendi bilir, hisseder ve eminim ki onun da avukata ihtiyacı yoktur.
Gelelim Altındere’ye. Daha önce dediğim gibi “Halil Altındere'nin bana oldukça vulger (kaba) gelen yaratımını ise çok ciddiye alıyor ve bu yaratımı için kullandığı söylemin statükoyu koruyan ve besleyen egemen erkek ideolojisiyle bağlarını bir başka yazıda ayrıca tartışmak istiyorum.” Bu tartışmanın günü bugün değil. Ama olmasını isteyenlerin başında Altındere’nin geleceğini biliyorum. O, bu cümlede vurguyu, Kortun’un çok beğendiği “vulgerliğine” yapmaz umarım. Elbette ki, “varolmak istediği vulger tarz” üzerine kurulmadı o cümle. Bu vulgerliği yaşarken kullandığı seksist dilinin nasıl olup da, tam da en olmasını dilemediği ve bunu tüm yaratımında tartıştığını umduğum, gördüğüm, ulusal, kurumsal ve cinsel kimliklerdeki sorgulamacılığını, tersyüzedişini, eleverişini ve ortaya çıkarışını, “statükoyu koruyup, besleyen” bir renge büründürdüğünü merak etmeli. Edecek eminim.
Küratör-sanatçı ilişkisine dair cümlelerime gelince... Bu konuda iğnem Kortun’a ise, çuvaldız sanatçılara idi. Kortun, konumunu çok dolaysız ve cesur bir kabullenişle olmasa da kabullenmişe benzer... Hiçbir itirazım yok. Olduğu gibi anlar ve saygı duyarım. Sanatçı arkadaşlarıma yönelik uyarım ise, keçisiz köyün Abdullah Çelebi’lerine giderek daha sık eklenen, başka türlü anılmamaya başlayan kimliklerine saygımdandı. Küratör-sanatçı ilişkisinin “eşitlikçiliğine” vurgumu da Kortun’un hiç anlamadığı hakettiği yerden anlayacaklardır. Kortun, zihin akışını en çıplak biçimde bu konudaki ucuzluğunda ortaya sermiş. İyi de yapmış. Daha anlaşılır bir yol açıldı önümüzde... Benim eşitlikçi sıfatımı, iki ayrı öznenin karşılıklı eşit konumlarda yeralması olarak algılamamakla başlamış yolculuğuna... Ya ne? Küratör karşısındaki sanatçıların eşit olanak ve konumda olması olarak algılamış. Algılar. Ama yetinmemiş, benim “histeri içinde sözkonusu sergide yeralmak isteğimden ve hezeyanımın nedeninin bu olduğundan” sözederek, bir kez daha kendini bu serginin “katılım dilenen seçicisi” kılmış. Tam da dediğim bu etkiydi ya!
Parantez açmam gerekiyor. Dulcinea “çağdaş sanatlar için özgür mekan” projesi, kişisel açılış sergisi açarak yeraldığım, varoluşunda elimden geldiğince katkıda bulunduğum, her etkinliğini eleştirerek desteklediğim bir projedir. Özel olarak da “Tepeler Arasında Tablo” sergisi, Bucci isterse seve seve eserimi verebileceğim, ama bunu ne Bucci’nin talep ettiği, ne de benim yüksünmek bir yana aklıma bile getirmediğim bir sergidir. Bu sergiye dair katkım ise, tüm basılı malzemenin metinlerinin son okumasını yapmak ve kimi sanatçıların işlerine teknik destek sağlamaktır.
Kortun, kendine, kimi sanatçılara ya da bir sergiye yönelik, savaş açma, kıskanma, hezeyan yaşama gibi çıkış noktalarıyla hiç ilgisi olmayan yapıcı nedenlerle de yazı yazılabilmesinin, o hiç ummadığı İstanbul’da olanaklı olduğunu öğrenmelidir.
Bir çağdaş sanat küratörü, gönüllü kütüphane ve mekan kurucusu olarak Türkiye’deki ve yeryüzündeki varlığına her koşulda sevindiğimi de...
Öğrenmek deyince aklıma geldi, elbette ki bugün hiç istemesem de, bir gün eğer istersem “küratörlük dersi” alabilirim kendisinden, ama ilke olarak ona verebileceğim “yaratıcılık” dersi konusunda çok istekli değilim. Bu da benim zaafım, ne yapayım!
EK:
Hakan Akçura'nın Dulcinea sergisi yazısı üzerine:
Yaptığım sergileri her anlamda imzalamaya önem veren küratörlerden olduğum düşünüldüğünde bir serginin gizli küratörü olmak bir hinliğin benim harcım olmadığı belli olur.
Dulcinea'da gerçekleştirilen "Tepeler Arasında Tablo" ile ilgim, Hakan Akçura'nın ön yargılarının aksine söyle gelişti: Claire Bucci, İstanbul Güncel Sanat Projesindeki yaklaşık 40 sanatçının dosyalarını inceledi ve aralarından bazı isimleri seçti. Bucci'nin geçen yıl oluşturduğu programı nasıl temellendirilebileceği konusunda konuşmalarımız oldu. Evet, ulaşılmaz olduğunu düşündüğü bazı isimlere Türkiye'den hiç bir talep olmadığını, onlardan kimsenin sergi istemediğini hatırlattım ki bu isimlerin arasında Ay(ş)e Erkmen, Hale Tenger ve Gülsün Karamustafa gibi sanatçılar vardı. Tıpkı Proje ofisini ziyaret için yurt dışından gelen profesyonellere verdiğimiz hizmet gibi Bucci'ye yardımcı olmaya çalıştım. Sergiyle ilgimin sınırları budur. Uzmanların seçimleri beni ilgilendirmez ve onlara müdahele etmenin de doğru olmadığı kanısındayım.
Sadece arzuladığımda sergi yapan, bildik modelleri yinelemeyen bir küratör olduğumun net bir şekilde anlaşıldığını sanıyordum. Anı/Bellek 1 ve 2, Karma Resim Sergisi ve Özel Bir Gün gibi Türkiye'de gerçekleştirdiğim projelerde ve yurt dışında yaptığım sergilerde bu görülebilir.
"Benim" sanatçılarım olmadı ve böylesi bir sahip çıkmaya sanatçıların da tepki göstereceğini umarım. Ne kimseyi temsil ediyorum ne de sanatçılar sadece benim onayladığım projelerde varoluyorlar. Danışmak, fikir alışverişinde bulunmak, her profesyonelin yaptığı bir şeydir. Sanırım bu konuda Akçura adresini şaşırmış. Daha önce çalıştığım sanatçıların tümü de değişik grup sergilerinde ya da kişisel sergilerde önceden de varolmuşlar, biyografilerine bakmak yeterli. Sanatçılarla yakın bağlarım var, bu bana bazı işleri ve projeleri önceden görmek, fikirlerimi belirtmek, ve isler arasında belli okumalar yapmak fırsatını veriyor. Bu anlamda da mesafeli, klasik, nesnel bakışlı küratör modelinin dışında varolmayı tercih ediyorum. Sanatçılar da bana geliyor çünkü Türkiyenin en iyi güncel sanat kaynaklarına sahip bir kütüphaneyi halka açık işletiyoruz, gönüllü olarak, özveriyle, karşılığında bir şey beklemeden.
Akçura'nın küratör model önerilerini, bu konudaki bilgisizliğine bağlıyorum. Akçura'nın "Değişebilir sanatçı isimleriyle, değişik sentezler kurabilir seçici kimliğinin, hangi sergiyi ne gibi bir zeminde varettiği ile değer kazanacak doğru küratörlük konumu yerine, böylesi bir "taraf olma, sahip çıkma" anaç konumunu seçmesinin günahını ise asla yalnızca ona çıkartamıyorum" cümlesine gelince, kişisel seçimlerimi de anlamlandırabilecek bir durumda olduğum kadar, kendisine bir küratörlük tarihi dersi verebilirim ama, takım tutulmasında da hiç bir sakınca olmadığının altını çizmek lazım. Nitekim, özellikle Avrupa eski kuşak küratörlerinden Bloch, Szeemann gibilerinin aynı sanatçılarla yaşam boyu çalışmak gibi, adı konmamış bir ilkeleri vardır ki, bunun nedenlerinden biri de galeri mekanizmasının tam anlamıyla oturmadığı yerlerde küratörün yüklenmek durumunda kaldığı sorumlulukla ilgilidir. Ayrıca, bir küratörle bir sanatçının çalışma biçimlerinden beri mukavelesiz bir birliktelik gibi de olabilir ve bir arada bulundukları sergiler arttıkça birbirlerini daha iyi anlar duruma gelirler.
Akçura'nın tahayyüllerinin aksine, Paris'te ne 2000 güncel sanatçı var ne de 200 küratör. Fransa'da devlet kurumları dışındaki küratörlerin sayısı bir elin parmaklarını daha iki yıl öncesine kadar geçmiyor ve Jerome Sans gibi bağımsız küratörler daha çok Fransa dışında projeler gerçekleştirmek zorunda kalıyorlardı. Akçura şehirleri karıştırmış olmalı. Bu arada çok meraklı olduğu o eşitçilik kavramına gelindiğinde tam faka basıyor , çünkü sanatta demokrasi ya da eşitlikçilik yoktur ve olmaz da. Bir avangard müzik grubunun şarkılarından (birinin) adı "What About Me" yani "peki, bana ne olacak" idi. Şarkıyı söyleyen gittikçe artan haykırışlarla, bu sözü yinelemekteydi. İşin özü de burada zaten, Akçura'nın metninin altında yatan olgu gittikçe histerikleşen bu cümleyle yankılanıyor: Ben neden bu sergide yokum?
Akçura'nın, Vahit Tuna'nın tümü önceden sergilendiği işlerinden bahsettiği zaman, hokuspokus'un ve kartpostalın daha önce gösterilmediğini ve gösterilmiş olsa bile hiç bir şeyin değişmeyeceğini, Hüseyin Alptekin'in işinde ise sürekliliği ve işlerini değişik permütasyonlarla yeniden bir araya getirerek anlamlandırmasını kavraması gerekirdi.
Selim Birsel için yazdıklarına geldiğinde, seyircinin neden ahmak konumuna konduğunu anlamakta güçlük çektim. Birsel'in sokaktan bulunmuş alım ve kullanım niyeti değerini yitiren toplardan kurduğu işte, eder olgusunun ve çoğaltımın ne denli zeki bir ilişkide olduğu bir yana, bu zamanda bir sanat eserinin değerinin ekmekle ölçülmeyeceğini (un+maya+fırın+emek) bir sanatçıya hatırlatmak zorunda kalmak acıklı bir durum.
Bülent Şangar yaşamı boyunca ailesini kullanabilir, kimimizin yaşam boyunca fırça ve boya kullandığı gibi, burada ne gibi bir sorun olduğunu kavrayamadım.
Altındere'nin işi hakkındaki vülgerlik sözünü çok beğendim, evet vülger, çünkü öyle olmak istiyor. Akçura feminist erkek sanatçı olarak kendine koyduğu bunaltıcı sınırları ve öteki hakkında konuşacak kadar kendini beğenmişliğinden vazgeçip arzularını rahat bıraksa iyi olacak.
Benimle çalışan bir takım olduğu iddiasına dönersek, benimle hiç çalışmamış ama büyük ilgi duyduğum bir dizi sanatçı var Türkiye'de. Bunlardan Ayşe Erkmen, Füsun Onur, Sarkis, Cengiz Çekil gibi bir dizi isim sayabilirim. Tipkı daha önce çalıştığım ama son zamanlarda sergilerini yapmadığım sanatçılar gibi.
Vasıf Kortun
Kortun’un söyleminin bir tür küstahlığı herkesin malumu. Bu tarzı bilerek seçtiği, başka türlü olamayacağı, hatta yakıştığı bile söylenebilir.
Ama benim yaratımımın kendini beğenmişliği, bunaltıcı sınırları konusundaki düşüncelerini ya da arzularımın rahat bırakılmasına dair dileklerini tartışabileceğim son insan olduğu kesin. En azından “rahatlamasını istediği” arzularımla ilgili hiçbir muradının olmamasını gönülden dilerim.
Ama o yazıyla, Kortun’un kimi ciddi algı, anlama sorunları olduğu konusunda kuşkularım kabardı.
Öncelikle Alptekin ve Birsel’in Dulcinea’da sergilediği işlerinin niteliği konusundaki sözlerim, yaratımlarının niteliği üzerine değildi. Anlayamamış. Böylesi bir Bienal-eşzamanlı ve “günümüz çağdaş sanatçıları” sunumu taşıyan sergide, bizzat kendilerinden beklediğim özenle ilgiliydi. Alptekin’in yetkin yaratımının, elbette ki tekrarlar ve “permütasyonlarla” yürüdüğünü biliyorum. Ama, bizzat aynı mekanda iki ay önce sergilenen bir işini (ki bence çok daha paradoksal ve keyifli bir yorumla) yeniden sergileyen Alptekin, bu sunumuyla, bence bu sergiye dair değil, önceki kişisel sergisine ilişkin bir “eksiklik duygusu”nu bir sanatçı ve sanat takipçisi olarak bana iletiyorsa, bu “zaafı” yine benden duymalıdır. Asla Kortun gibi bunu, yaratımının asal niteliğine ilişkin bir haksız eleştiri olarak göreceğini sanmıyorum. Ayrıca eminim ki, haksız ya da haklı her türlü eleştirinin de yaratımını zenginleştireceğinin bilincindedir. Avukata ihtiyacı ise hiç yoktur.
Birsel ile ise, yaratımının genel niteliğine ilişkin eleştirilerimi ve sorularımı zaten bildiği açık ve dostça bir diyaloğumuz vardır. Açılış gecesinde, Kortun’un “sokaktan bulunmuş alım ve kullanım niyeti değerini yitiren toplar” diye tanımlamayı yeğlediği, benimse “nereden bulunduğunu asla bilemeyeceğimiz, alım ve kullanım niyeti değeri, sanatçı tarafından aynı referanslar üzerinden (satın alınabilir ve vurulabilir, ele alınabilir, oynanabilir toplardır yine onlar) tekrar üretilen toplar”a ilişkin sorumun ilk muhatabı bizzat Birsel’dir. Kendi içinde bir ironiyi taşıdığını söylediği satma kararı ve satıldıkça yenisi mekana katılabilecek toplara ilişkin alaycılık açıklaması ise o’na aittir. Benim yorumumda ise, evet izleyene/katılana karşı bu saldırgan bile olamayan sığ bakış, “onları ahmak yerine koyuş” olarak adlandırıldı. Bu “alay”ı savunmak ya da savunmamak, hakkında yazı yazan ben isem, tabii ki bana bağlı... Onun da avukata ihtiyacı olmadığını bilemeyen Kortun, eminim ki, Birsel’in gerekli açıklamasını ve savunusunu yaptığını ve yazımı onun üzerine kurduğumu hiç bilmiyor. Bilmesini istedim.
Şangar’ın yaratımının ise hayatı boyunca aile içi sorunlara dair olmasına hiç itirazım yok. Bizzat Şangar’ın itirazının olacağına ise Kortun’un aksine eminim. (Bu arada, Kortun’un itiraz etmediği hayat boyu fırça-boya kullanıcısı ben isem, sanatımı biraz daha iyi izlemesini öneririm; mesleği gereği en azından...) Şangar’ın buna itirazı olacağına iki nedenle eminim. Bir, sanatını ve arayışını izlediğim ve bildiğimden; iki, gördüğüm ve “gerçekten özgün” diyebileceğim ilk işi olan Dulcinea’daki yapıtında kendi konu özneleriyle kurduğu ilişkiden... Herhangi bir ilgili, Kortun ve en önemlisi Şangar, bana şunu iddia etsin çok isterdim: “O yansıma içinde kavgaya tutuşan iki öznenin hiçbirimizi inandırmaz acemi vodvil oyuncusu halleri iş’i güçlü kılan niteliklerdendir.” Sanmıyorum. O öznelerin hallerinin sahiciliğine çok bağlı olan o dikizci, teşhirci, kırık gözünü istiyorsam Şangar’dan, bu onun sanatıyla dayanışmam, saygım içindir. En iyi kendi bilir, hisseder ve eminim ki onun da avukata ihtiyacı yoktur.
Gelelim Altındere’ye. Daha önce dediğim gibi “Halil Altındere'nin bana oldukça vulger (kaba) gelen yaratımını ise çok ciddiye alıyor ve bu yaratımı için kullandığı söylemin statükoyu koruyan ve besleyen egemen erkek ideolojisiyle bağlarını bir başka yazıda ayrıca tartışmak istiyorum.” Bu tartışmanın günü bugün değil. Ama olmasını isteyenlerin başında Altındere’nin geleceğini biliyorum. O, bu cümlede vurguyu, Kortun’un çok beğendiği “vulgerliğine” yapmaz umarım. Elbette ki, “varolmak istediği vulger tarz” üzerine kurulmadı o cümle. Bu vulgerliği yaşarken kullandığı seksist dilinin nasıl olup da, tam da en olmasını dilemediği ve bunu tüm yaratımında tartıştığını umduğum, gördüğüm, ulusal, kurumsal ve cinsel kimliklerdeki sorgulamacılığını, tersyüzedişini, eleverişini ve ortaya çıkarışını, “statükoyu koruyup, besleyen” bir renge büründürdüğünü merak etmeli. Edecek eminim.
Küratör-sanatçı ilişkisine dair cümlelerime gelince... Bu konuda iğnem Kortun’a ise, çuvaldız sanatçılara idi. Kortun, konumunu çok dolaysız ve cesur bir kabullenişle olmasa da kabullenmişe benzer... Hiçbir itirazım yok. Olduğu gibi anlar ve saygı duyarım. Sanatçı arkadaşlarıma yönelik uyarım ise, keçisiz köyün Abdullah Çelebi’lerine giderek daha sık eklenen, başka türlü anılmamaya başlayan kimliklerine saygımdandı. Küratör-sanatçı ilişkisinin “eşitlikçiliğine” vurgumu da Kortun’un hiç anlamadığı hakettiği yerden anlayacaklardır. Kortun, zihin akışını en çıplak biçimde bu konudaki ucuzluğunda ortaya sermiş. İyi de yapmış. Daha anlaşılır bir yol açıldı önümüzde... Benim eşitlikçi sıfatımı, iki ayrı öznenin karşılıklı eşit konumlarda yeralması olarak algılamamakla başlamış yolculuğuna... Ya ne? Küratör karşısındaki sanatçıların eşit olanak ve konumda olması olarak algılamış. Algılar. Ama yetinmemiş, benim “histeri içinde sözkonusu sergide yeralmak isteğimden ve hezeyanımın nedeninin bu olduğundan” sözederek, bir kez daha kendini bu serginin “katılım dilenen seçicisi” kılmış. Tam da dediğim bu etkiydi ya!
Parantez açmam gerekiyor. Dulcinea “çağdaş sanatlar için özgür mekan” projesi, kişisel açılış sergisi açarak yeraldığım, varoluşunda elimden geldiğince katkıda bulunduğum, her etkinliğini eleştirerek desteklediğim bir projedir. Özel olarak da “Tepeler Arasında Tablo” sergisi, Bucci isterse seve seve eserimi verebileceğim, ama bunu ne Bucci’nin talep ettiği, ne de benim yüksünmek bir yana aklıma bile getirmediğim bir sergidir. Bu sergiye dair katkım ise, tüm basılı malzemenin metinlerinin son okumasını yapmak ve kimi sanatçıların işlerine teknik destek sağlamaktır.
Kortun, kendine, kimi sanatçılara ya da bir sergiye yönelik, savaş açma, kıskanma, hezeyan yaşama gibi çıkış noktalarıyla hiç ilgisi olmayan yapıcı nedenlerle de yazı yazılabilmesinin, o hiç ummadığı İstanbul’da olanaklı olduğunu öğrenmelidir.
Bir çağdaş sanat küratörü, gönüllü kütüphane ve mekan kurucusu olarak Türkiye’deki ve yeryüzündeki varlığına her koşulda sevindiğimi de...
Öğrenmek deyince aklıma geldi, elbette ki bugün hiç istemesem de, bir gün eğer istersem “küratörlük dersi” alabilirim kendisinden, ama ilke olarak ona verebileceğim “yaratıcılık” dersi konusunda çok istekli değilim. Bu da benim zaafım, ne yapayım!
EK:
Hakan Akçura'nın Dulcinea sergisi yazısı üzerine:
Yaptığım sergileri her anlamda imzalamaya önem veren küratörlerden olduğum düşünüldüğünde bir serginin gizli küratörü olmak bir hinliğin benim harcım olmadığı belli olur.
Dulcinea'da gerçekleştirilen "Tepeler Arasında Tablo" ile ilgim, Hakan Akçura'nın ön yargılarının aksine söyle gelişti: Claire Bucci, İstanbul Güncel Sanat Projesindeki yaklaşık 40 sanatçının dosyalarını inceledi ve aralarından bazı isimleri seçti. Bucci'nin geçen yıl oluşturduğu programı nasıl temellendirilebileceği konusunda konuşmalarımız oldu. Evet, ulaşılmaz olduğunu düşündüğü bazı isimlere Türkiye'den hiç bir talep olmadığını, onlardan kimsenin sergi istemediğini hatırlattım ki bu isimlerin arasında Ay(ş)e Erkmen, Hale Tenger ve Gülsün Karamustafa gibi sanatçılar vardı. Tıpkı Proje ofisini ziyaret için yurt dışından gelen profesyonellere verdiğimiz hizmet gibi Bucci'ye yardımcı olmaya çalıştım. Sergiyle ilgimin sınırları budur. Uzmanların seçimleri beni ilgilendirmez ve onlara müdahele etmenin de doğru olmadığı kanısındayım.
Sadece arzuladığımda sergi yapan, bildik modelleri yinelemeyen bir küratör olduğumun net bir şekilde anlaşıldığını sanıyordum. Anı/Bellek 1 ve 2, Karma Resim Sergisi ve Özel Bir Gün gibi Türkiye'de gerçekleştirdiğim projelerde ve yurt dışında yaptığım sergilerde bu görülebilir.
"Benim" sanatçılarım olmadı ve böylesi bir sahip çıkmaya sanatçıların da tepki göstereceğini umarım. Ne kimseyi temsil ediyorum ne de sanatçılar sadece benim onayladığım projelerde varoluyorlar. Danışmak, fikir alışverişinde bulunmak, her profesyonelin yaptığı bir şeydir. Sanırım bu konuda Akçura adresini şaşırmış. Daha önce çalıştığım sanatçıların tümü de değişik grup sergilerinde ya da kişisel sergilerde önceden de varolmuşlar, biyografilerine bakmak yeterli. Sanatçılarla yakın bağlarım var, bu bana bazı işleri ve projeleri önceden görmek, fikirlerimi belirtmek, ve isler arasında belli okumalar yapmak fırsatını veriyor. Bu anlamda da mesafeli, klasik, nesnel bakışlı küratör modelinin dışında varolmayı tercih ediyorum. Sanatçılar da bana geliyor çünkü Türkiyenin en iyi güncel sanat kaynaklarına sahip bir kütüphaneyi halka açık işletiyoruz, gönüllü olarak, özveriyle, karşılığında bir şey beklemeden.
Akçura'nın küratör model önerilerini, bu konudaki bilgisizliğine bağlıyorum. Akçura'nın "Değişebilir sanatçı isimleriyle, değişik sentezler kurabilir seçici kimliğinin, hangi sergiyi ne gibi bir zeminde varettiği ile değer kazanacak doğru küratörlük konumu yerine, böylesi bir "taraf olma, sahip çıkma" anaç konumunu seçmesinin günahını ise asla yalnızca ona çıkartamıyorum" cümlesine gelince, kişisel seçimlerimi de anlamlandırabilecek bir durumda olduğum kadar, kendisine bir küratörlük tarihi dersi verebilirim ama, takım tutulmasında da hiç bir sakınca olmadığının altını çizmek lazım. Nitekim, özellikle Avrupa eski kuşak küratörlerinden Bloch, Szeemann gibilerinin aynı sanatçılarla yaşam boyu çalışmak gibi, adı konmamış bir ilkeleri vardır ki, bunun nedenlerinden biri de galeri mekanizmasının tam anlamıyla oturmadığı yerlerde küratörün yüklenmek durumunda kaldığı sorumlulukla ilgilidir. Ayrıca, bir küratörle bir sanatçının çalışma biçimlerinden beri mukavelesiz bir birliktelik gibi de olabilir ve bir arada bulundukları sergiler arttıkça birbirlerini daha iyi anlar duruma gelirler.
Akçura'nın tahayyüllerinin aksine, Paris'te ne 2000 güncel sanatçı var ne de 200 küratör. Fransa'da devlet kurumları dışındaki küratörlerin sayısı bir elin parmaklarını daha iki yıl öncesine kadar geçmiyor ve Jerome Sans gibi bağımsız küratörler daha çok Fransa dışında projeler gerçekleştirmek zorunda kalıyorlardı. Akçura şehirleri karıştırmış olmalı. Bu arada çok meraklı olduğu o eşitçilik kavramına gelindiğinde tam faka basıyor , çünkü sanatta demokrasi ya da eşitlikçilik yoktur ve olmaz da. Bir avangard müzik grubunun şarkılarından (birinin) adı "What About Me" yani "peki, bana ne olacak" idi. Şarkıyı söyleyen gittikçe artan haykırışlarla, bu sözü yinelemekteydi. İşin özü de burada zaten, Akçura'nın metninin altında yatan olgu gittikçe histerikleşen bu cümleyle yankılanıyor: Ben neden bu sergide yokum?
Akçura'nın, Vahit Tuna'nın tümü önceden sergilendiği işlerinden bahsettiği zaman, hokuspokus'un ve kartpostalın daha önce gösterilmediğini ve gösterilmiş olsa bile hiç bir şeyin değişmeyeceğini, Hüseyin Alptekin'in işinde ise sürekliliği ve işlerini değişik permütasyonlarla yeniden bir araya getirerek anlamlandırmasını kavraması gerekirdi.
Selim Birsel için yazdıklarına geldiğinde, seyircinin neden ahmak konumuna konduğunu anlamakta güçlük çektim. Birsel'in sokaktan bulunmuş alım ve kullanım niyeti değerini yitiren toplardan kurduğu işte, eder olgusunun ve çoğaltımın ne denli zeki bir ilişkide olduğu bir yana, bu zamanda bir sanat eserinin değerinin ekmekle ölçülmeyeceğini (un+maya+fırın+emek) bir sanatçıya hatırlatmak zorunda kalmak acıklı bir durum.
Bülent Şangar yaşamı boyunca ailesini kullanabilir, kimimizin yaşam boyunca fırça ve boya kullandığı gibi, burada ne gibi bir sorun olduğunu kavrayamadım.
Altındere'nin işi hakkındaki vülgerlik sözünü çok beğendim, evet vülger, çünkü öyle olmak istiyor. Akçura feminist erkek sanatçı olarak kendine koyduğu bunaltıcı sınırları ve öteki hakkında konuşacak kadar kendini beğenmişliğinden vazgeçip arzularını rahat bıraksa iyi olacak.
Benimle çalışan bir takım olduğu iddiasına dönersek, benimle hiç çalışmamış ama büyük ilgi duyduğum bir dizi sanatçı var Türkiye'de. Bunlardan Ayşe Erkmen, Füsun Onur, Sarkis, Cengiz Çekil gibi bir dizi isim sayabilirim. Tipkı daha önce çalıştığım ama son zamanlarda sergilerini yapmadığım sanatçılar gibi.
Vasıf Kortun
Nadi Güler’in gidişi ve hepimizin dönüşü...
Geniş, ahşap zeminli bir büyük oda. Bu eski Ermeni manastırının kütüphanesi mi, yönetici boşluğu mu, yoksa yemekhanesi miydi bir zamanlar? Uzundur Kumpanya Sahnesi. İstanbul’da Tarlabaşı’nın, yıllardır (beş yıl boyunca ben dahil) onlarca ressama, dansçıya, tiyatrocuya ve film şirketlerine, derneklere mekan sağlamış İstanbul Sanat Merkezi’nin ilk katındayım. Tarih, 2 Ekim 1999, saat 18,55. “Gidişdönüş” isimli video yerleştirme-performansa geldim.
İnsel İnal’ın tüm gün sürdürdüğü video yerleştirmeye, performansı ile Nadi Güler’in katılacağı saat, 19.00 diye açıklanmış broşür/davetiyede. Sayıları on ikiyi bulacak olan seyircilerin bir kısmı fuayede. Nadi Güler aralarında. Boş sayılabilecek bir sırt çantası, sandaletleri, uzamış sakalı ve yorgun yüzüyle gülümsüyor. Saat 19.00 olduğunda sahnenin kapılarını açıyor, karanlığa davet ediyor bizi. Tam karşıda, küçük bir ışık altında, kendi kendime “herhalde Nadi oturacak” dediğim bir sandalye var. Önünde de, bir beyaz metal kap. Olasılıkla su dolu. Bir kağıdın üzerine sıralanmış çeşitli polaroid fotoğraflar, bir defter ve çizimler, küçük bir ses kaydediciden belli belirsiz yükselen sokak sesleri... Sol ve sağ duvarlara iki ayrı videodan akan görüntüler yansıyor. Bir duvar dibi bularak oturuyorum. Oturuyorlar. Nadi de sandığım gibi sandalyeye... Soldaki filmde, olasılıkla bir morg sedyesinde yatan cesedin ayak tırnaklarının, eldivenli ellerin tuttuğu bir makasla kesilmesini izliyoruz. Sağdakinde, yaşayan birinin kendi ayak tırnaklarını kesmesini... Biz girdiğimizde ikisinin birden akması, teknik arızaymış. Beşer dakikalık filmlermiş. Biri bitince diğeri başlıyormuş. Etkinliğin ilk gününden (20 Eylül’den) o güne kadar, her gün 12.00’den başlayarak. Nadi, oturduğu yerden “hoşgeldiniz” demesinin ardından, tutuk tutuk bunları anlatıyor. Devam ettikçe anlattıkları anlıyoruz ki, o her gün yansıtıcıların düğmesine basılan 12.00 saati, onun da performansının başladığı saat oluyormuş. Sahneden ardındaki sırt çantası ve polaroid makinesiyle çıkıyor ve yürümeye başlıyormuş kentin sokaklarında. Ne için mi?
“Ne olacağını, ne yaşayacağımı hiç bilmeden, kurgulamadan. Biraz arınmak gibiydi isteğim baştan... İlk günler uzundu yürüyüşlerim. Duruyordum, izliyordum, taşıtla yolalıyordum zaman zaman. Notlar tutuyor, şu küçük kayıt cihazıyla sesler alıyor ve polarid makinemle fotoğraf çekiyordum. Sonra saat tam 19.00’da –aynı sizler gibi belki de-, buraya yetişmeye çalışıyordum. Kaç kişi ise gelen, nasıl insanlarsa, onlarla o günü, onların yönlendirdiği sorularla konuşuyordum. Bu gördüğünüz sandaletleri ben yaptım. Ayağımı kesiyordu. Önce izin verdim yaralanmasına. Dayandım. Sonra dayanamayıp, korumaya başladım bantlarla... Uzun süre tırnaklarımı kesmedim, sanki kesmemem gerekiyormuş gibi... Nedense! Bir gün kestim. O gün kimse gelmedi buraya. Kalakaldım. Aldatılmış hissettim kendim. O günden sonra daha kısa yolculuklar yaptım. Bir başka gün, üzerimdeki giysileri yıkadım, yine ilk kez. O gün de kimse gelmedi. Son üç gün, ki buradaki fotoğraflara bakınca göreceksiniz, sadece Taksim’deyim. Durup, Bienal kapsamında sergilenen Gökkuşağı’ndan kemerin karşısında bekliyorum. Başladığım noktadaki her duygumu yitirdim. Neredeyim bilmiyorum. Bu bir performans mı? Demek gelmiyor içimden. Siz katılanlar için mi? Sizler neye ne kadar katılıyorsunuz? Bir alt cümlem var mı?”
“Arınmış hissediyor musun kendini?” diye sorma ihtiyacı duydum.
“Yoo, hayır!” dedi.
Ben ve birileri, ardı ardına sorular sormaya başladık. Elden ele geçen Nadi’nin “seyir defteri”ni okuyarak; her gün bir başka aydıngere çizip, üstüste getirdiğinde çok ihtimalli yorumlar çıkarılabilen yol-izlerine bakarak...
“Bizim ne olmamızı, nereden bu perf... yani ne ise ona nasıl katılmamızı bekliyorsunuz? Seyirci olarak, bize gösteri yapacağını haberleyen sanatçıyla işini tartışarak mı? Dertleşerek mi?”
“Bu iki filmle ilişki kurulacak bir ön-kurgulu performans olmasını, olabilmesini mi dilerdiniz?”
“Bu dağınıklık, yoksunluk hali, iyi bir şey mi sizin için?”
“Sadece bu perf.. yani ne ise onun içinden mi tartışıyorsunuz bu asal olarak yaratım sorununu? Yoksa yaratımınızın tümü için mi?”
En çok soru soranlardan biriydim, bu benzeri soruları soranlar arasında... Ama aslında kendimi o ortamın en tutuk dillisi de hissediyordum bir yandan. Çünkü, hem hemen tüm yaratımını bildiğim, izlediğim ve yüksek değer verdiğim Nadi Güler karşımdaydı, hem de arkadaşım Nadi... İkincisinin kesinlikle uzun uzun derin bir tartışmayla sürdürülecek bir dayanışmaya ihtiyacı vardı. Tüm ketumluğuna rağmen, bu dostça söyleşiye bu denli hazır bir başka anını görmemiştim onun. Diğeri ise, sanatsal yaratımının her girdabını, tıkanışını, sancısını, yoksunluğunu, hatta küskün hiddetini, inanılmaz bir çaresizlikle katılımcılarıyla tartışmaya başlamış bir sanatçı portresiydi:
“Yaratımın tüm doğası için tartışıyorum evet... Bir gece biri geldi, izledi, dinledi beni ve tüm doğallıyla seslendi: Yapma be Nadi kardeşim! Yürüyüp de ne olacak; yıpratma kendini gözüm! Bir başka gece, uzun uzun şu iki tırnak kesme ritüeliyle, yaşamla ve ölümle benim yürüyüşüm arasındaki bağlantıları kurmay çalışan uzun tartışmalar yaşadım. Morga ilk kez gitmiştim, bu filmi İnsel çekerken... Yanı sıra... O garip koku... Ama en çok, ölü bedenin teninin, rengiyle de yapısıyla da bu ayakkabının köselesiyle ne kadar aynı olduğunu görmek çarptı beni.
Sonra ne bileyim, bir gün Sarayburnu’nda boyacı çocuklar tenekelerini ters çevirip müzik yaaptıklrında kaydetmek. Fotoğraf çekmek istedim. Vazgeçtim. Hep vazgeçmeye başladım, bu yürüyüşü süsleyecek binlerce ayrıntıdan. Düşündüm. Bilirler, hayatta zaten çok yürüyen bir insanım. Ama ne ne kadar değişikti bilmiyordum. Buraya gelirken, ayaklarımın geri geri gittiği çok gece oldu.”
Biri sordu: “Devam etmeyi, gelmemeyi hiç düşünmedin mi?”
Güldü, “çok düşündüm; ötesi, istedim. Ama yine geldim. O gün kimse gelmedi.”
Bu çoğul diyalog, iki buçuk saat sürdü. Sophie Calle’nin yine yürüyüş üzerine, ama baştan kurgulu ve hedefli işlerinden bahsettik. Tüm diyalogların yine de bir çıkış noktası olarak, onun varlığının, o mekanda yine de baskın olmasından, akan dilimiz üzerinde geçici iktidarlar kurmasından... Her birimizde değişik değişik yaşanan şefkat ve dayanışma duygusunun izlerinden... Birileri, oradan çıkarken, birileri de aylar yıllar sonra, o geceki umulmayan diyaloğun etkisinin ne olacağını tahmin edip, seslendirmeye çalıştı. Sonra, ortamı hem hüzün sardı, hem yoğun bir düşüncelilik hali. Biri “çıkın!” demiyordu. “Bitti!” demiyordu. Zaman geçiyordu. Yaşadığım deneyimin beni kuşattığını hissettim. Daha oradayken, orada kalmasın, o bir hafta içinde çoğaldığından daha çok çoğalsın istedim. Elbet oradan çıkacaktık ve ben çıkınca neler yapacağımı üç aşağı beş yukarı biliyordum. Nadi Güler kalmayacaktı elbet, bizi kuşattığı o bereketli boşlukta. Kalmayacaktı değil mi? Kalmaması mı iyiydi, kalması mı? O boşluk, o mekanla mı sınırlıydı? Ya Nadi Güler’in zihni ve bedeniyle mi?!
İnsel İnal’ın tüm gün sürdürdüğü video yerleştirmeye, performansı ile Nadi Güler’in katılacağı saat, 19.00 diye açıklanmış broşür/davetiyede. Sayıları on ikiyi bulacak olan seyircilerin bir kısmı fuayede. Nadi Güler aralarında. Boş sayılabilecek bir sırt çantası, sandaletleri, uzamış sakalı ve yorgun yüzüyle gülümsüyor. Saat 19.00 olduğunda sahnenin kapılarını açıyor, karanlığa davet ediyor bizi. Tam karşıda, küçük bir ışık altında, kendi kendime “herhalde Nadi oturacak” dediğim bir sandalye var. Önünde de, bir beyaz metal kap. Olasılıkla su dolu. Bir kağıdın üzerine sıralanmış çeşitli polaroid fotoğraflar, bir defter ve çizimler, küçük bir ses kaydediciden belli belirsiz yükselen sokak sesleri... Sol ve sağ duvarlara iki ayrı videodan akan görüntüler yansıyor. Bir duvar dibi bularak oturuyorum. Oturuyorlar. Nadi de sandığım gibi sandalyeye... Soldaki filmde, olasılıkla bir morg sedyesinde yatan cesedin ayak tırnaklarının, eldivenli ellerin tuttuğu bir makasla kesilmesini izliyoruz. Sağdakinde, yaşayan birinin kendi ayak tırnaklarını kesmesini... Biz girdiğimizde ikisinin birden akması, teknik arızaymış. Beşer dakikalık filmlermiş. Biri bitince diğeri başlıyormuş. Etkinliğin ilk gününden (20 Eylül’den) o güne kadar, her gün 12.00’den başlayarak. Nadi, oturduğu yerden “hoşgeldiniz” demesinin ardından, tutuk tutuk bunları anlatıyor. Devam ettikçe anlattıkları anlıyoruz ki, o her gün yansıtıcıların düğmesine basılan 12.00 saati, onun da performansının başladığı saat oluyormuş. Sahneden ardındaki sırt çantası ve polaroid makinesiyle çıkıyor ve yürümeye başlıyormuş kentin sokaklarında. Ne için mi?
“Ne olacağını, ne yaşayacağımı hiç bilmeden, kurgulamadan. Biraz arınmak gibiydi isteğim baştan... İlk günler uzundu yürüyüşlerim. Duruyordum, izliyordum, taşıtla yolalıyordum zaman zaman. Notlar tutuyor, şu küçük kayıt cihazıyla sesler alıyor ve polarid makinemle fotoğraf çekiyordum. Sonra saat tam 19.00’da –aynı sizler gibi belki de-, buraya yetişmeye çalışıyordum. Kaç kişi ise gelen, nasıl insanlarsa, onlarla o günü, onların yönlendirdiği sorularla konuşuyordum. Bu gördüğünüz sandaletleri ben yaptım. Ayağımı kesiyordu. Önce izin verdim yaralanmasına. Dayandım. Sonra dayanamayıp, korumaya başladım bantlarla... Uzun süre tırnaklarımı kesmedim, sanki kesmemem gerekiyormuş gibi... Nedense! Bir gün kestim. O gün kimse gelmedi buraya. Kalakaldım. Aldatılmış hissettim kendim. O günden sonra daha kısa yolculuklar yaptım. Bir başka gün, üzerimdeki giysileri yıkadım, yine ilk kez. O gün de kimse gelmedi. Son üç gün, ki buradaki fotoğraflara bakınca göreceksiniz, sadece Taksim’deyim. Durup, Bienal kapsamında sergilenen Gökkuşağı’ndan kemerin karşısında bekliyorum. Başladığım noktadaki her duygumu yitirdim. Neredeyim bilmiyorum. Bu bir performans mı? Demek gelmiyor içimden. Siz katılanlar için mi? Sizler neye ne kadar katılıyorsunuz? Bir alt cümlem var mı?”
“Arınmış hissediyor musun kendini?” diye sorma ihtiyacı duydum.
“Yoo, hayır!” dedi.
Ben ve birileri, ardı ardına sorular sormaya başladık. Elden ele geçen Nadi’nin “seyir defteri”ni okuyarak; her gün bir başka aydıngere çizip, üstüste getirdiğinde çok ihtimalli yorumlar çıkarılabilen yol-izlerine bakarak...
“Bizim ne olmamızı, nereden bu perf... yani ne ise ona nasıl katılmamızı bekliyorsunuz? Seyirci olarak, bize gösteri yapacağını haberleyen sanatçıyla işini tartışarak mı? Dertleşerek mi?”
“Bu iki filmle ilişki kurulacak bir ön-kurgulu performans olmasını, olabilmesini mi dilerdiniz?”
“Bu dağınıklık, yoksunluk hali, iyi bir şey mi sizin için?”
“Sadece bu perf.. yani ne ise onun içinden mi tartışıyorsunuz bu asal olarak yaratım sorununu? Yoksa yaratımınızın tümü için mi?”
En çok soru soranlardan biriydim, bu benzeri soruları soranlar arasında... Ama aslında kendimi o ortamın en tutuk dillisi de hissediyordum bir yandan. Çünkü, hem hemen tüm yaratımını bildiğim, izlediğim ve yüksek değer verdiğim Nadi Güler karşımdaydı, hem de arkadaşım Nadi... İkincisinin kesinlikle uzun uzun derin bir tartışmayla sürdürülecek bir dayanışmaya ihtiyacı vardı. Tüm ketumluğuna rağmen, bu dostça söyleşiye bu denli hazır bir başka anını görmemiştim onun. Diğeri ise, sanatsal yaratımının her girdabını, tıkanışını, sancısını, yoksunluğunu, hatta küskün hiddetini, inanılmaz bir çaresizlikle katılımcılarıyla tartışmaya başlamış bir sanatçı portresiydi:
“Yaratımın tüm doğası için tartışıyorum evet... Bir gece biri geldi, izledi, dinledi beni ve tüm doğallıyla seslendi: Yapma be Nadi kardeşim! Yürüyüp de ne olacak; yıpratma kendini gözüm! Bir başka gece, uzun uzun şu iki tırnak kesme ritüeliyle, yaşamla ve ölümle benim yürüyüşüm arasındaki bağlantıları kurmay çalışan uzun tartışmalar yaşadım. Morga ilk kez gitmiştim, bu filmi İnsel çekerken... Yanı sıra... O garip koku... Ama en çok, ölü bedenin teninin, rengiyle de yapısıyla da bu ayakkabının köselesiyle ne kadar aynı olduğunu görmek çarptı beni.
Sonra ne bileyim, bir gün Sarayburnu’nda boyacı çocuklar tenekelerini ters çevirip müzik yaaptıklrında kaydetmek. Fotoğraf çekmek istedim. Vazgeçtim. Hep vazgeçmeye başladım, bu yürüyüşü süsleyecek binlerce ayrıntıdan. Düşündüm. Bilirler, hayatta zaten çok yürüyen bir insanım. Ama ne ne kadar değişikti bilmiyordum. Buraya gelirken, ayaklarımın geri geri gittiği çok gece oldu.”
Biri sordu: “Devam etmeyi, gelmemeyi hiç düşünmedin mi?”
Güldü, “çok düşündüm; ötesi, istedim. Ama yine geldim. O gün kimse gelmedi.”
Bu çoğul diyalog, iki buçuk saat sürdü. Sophie Calle’nin yine yürüyüş üzerine, ama baştan kurgulu ve hedefli işlerinden bahsettik. Tüm diyalogların yine de bir çıkış noktası olarak, onun varlığının, o mekanda yine de baskın olmasından, akan dilimiz üzerinde geçici iktidarlar kurmasından... Her birimizde değişik değişik yaşanan şefkat ve dayanışma duygusunun izlerinden... Birileri, oradan çıkarken, birileri de aylar yıllar sonra, o geceki umulmayan diyaloğun etkisinin ne olacağını tahmin edip, seslendirmeye çalıştı. Sonra, ortamı hem hüzün sardı, hem yoğun bir düşüncelilik hali. Biri “çıkın!” demiyordu. “Bitti!” demiyordu. Zaman geçiyordu. Yaşadığım deneyimin beni kuşattığını hissettim. Daha oradayken, orada kalmasın, o bir hafta içinde çoğaldığından daha çok çoğalsın istedim. Elbet oradan çıkacaktık ve ben çıkınca neler yapacağımı üç aşağı beş yukarı biliyordum. Nadi Güler kalmayacaktı elbet, bizi kuşattığı o bereketli boşlukta. Kalmayacaktı değil mi? Kalmaması mı iyiydi, kalması mı? O boşluk, o mekanla mı sınırlıydı? Ya Nadi Güler’in zihni ve bedeniyle mi?!
Bir haber
TİNERCİ ÇOCUĞU, ARKADAŞLARI BENZİN DÖKEREK YAKTI
İSTANBUL -Taksim`de aralarında tartışan tinerci çocuklardan biri, üzerine benzin dökülerek yakıldı. Anadolu Kargo önündeki tinerci çocuklar arasında çıkan tartışma kavgaya dönüştü. Gruptaki çocuklardan bazıları, arkadaşları Y.Y.`nin (13) üzerine benzin ve tiner dökerek, ateşe verdi.
Vücudunda ciddi yanıklar oluşan Y.Y., Taksim İlkyardım Hastanesi`ne kaldırılarak tedaviye alındı. Olaydan sonra kaçan tinerci çocukların yakalanmasına çalışılıyor. (30.10.1999/18:30)
Bu haber, Superonline’ın haber sayfalarında rastladığımda, herhalde en az beş kez okuduktan sonra kendimi “okumuş” saydığım bir haberdi.
İstanbul Galatasaray’da yaşıyorum; tinerci çocukların bir yıllık yeni üssü olan postane arkası çıkmaza çok yakın bir yerde... Onların yeni üssünü bana gösterip öğretmelerinin yolu, “onların gerçeğini” belgelemek isteyen bir fotoğrafçının kamerasına ve yüzüne tiner fırlattıkları eski bir akşamüstü saatiydi. Tineri fırlatan çocuk, boğuk sesiyle “benden izin almadan çekemezsiiiiiin!” diye bağırıyordu bir yandan. Hak vermiştim ona! O “eski akşamüstü” ise, tinerci sokak çocuğu Metin’le, bir sabaha karşı tanışıp yaşadığım o ilginç diyaloğun üzerinden en az altı yıl geçtikten sonraydı. Artık “her şeye karşın” seçimleri net (gözleri daha bulanık) bir erkek olan Metin’in, yeniyetmeliğinden bahsedebileceğimiz bir zaman... Bahsettiğim diyalogda o, bana yıllar önce tanıştığı Orhan Kemal’i anlatıyordu; ben de bu sıradışı/gerçeküstü cümlelerin, karşımdaki cılız bedenden ve mat gözlerden nasıl süzüldüğünü ilgiyle izliyor, “oyun”a katılmaktan başka bir şey istemiyordum. Onunsa, benim onun oyununa katılıp katılmamamla zerrece ilgisi yoktu.
Aralarda bir zaman, bir sürü elleri tahta coplu polis, Vitali Hakko ve diğer “Beyoğlu güzelleştirmeciler” önderliğinde, Cadde’nin (İstiklal) tüm “çirkinlerini” defettiler buralardan. Ardından da bir resmi geçit düzenlediler. Tramvay yolları üzerinde yavaşça ilerleyen ve her biri elinde bir başka marka taşıyan steril mankenleri taşıyan değişik jeep’ler, “temiz beyoğlu!” çığlıklarını boğazlarında tutarak ve durumu çaktırmayarak, çaldıkları kornalarla yolaldı... Metin, tam da Emek Sineması’na giden yolun köşesinden bir baktı, bir düşündü ve altıncı jeep’in ardına asılmaya karar verdi küçük elleriyle... Steril mankenlerimiz -yine boğazlarında tuttukları çığlıklarıyla- öne doğru savruldu ürküntüyle; bir bodyguard ise (asıl görevi o mankenleri bizlerden korumak olsa da, yeni bir iş edinip kendine) dövüp sökmeyi denedi onu jeep’ten. Çok zor oldu bu... Acıyı hissetmediğinden... Soğuğa ve acıya karşı merhemi olan tineri bol bol içine çektiğinden... Tüm cakalar bozuldu, ben güldüm, tam zamanında düşüp kenara kaçtığı için Metin, kalkıp inen yumruklar ile onun arasına girmeyebildim.
Yukarıdaki haberi beş kez okurken ve ancak kendimi “okumuş” hissederken, çok şey düşündüm yanı sıra! Mesela, sokak çocuklarının, genellikle “neden kaçtıklarını” anlattıkları yazılarını ve bunu betimleyen resimlerini içeren o gazeteyi... Her masanın, kendi sohbetinin seslerini, ancak yandaki masalardan yönelmiş kulaklar kadar önemsediği bir içiçe geçmişlikle taşıdığı cafe’nin (Kaktüs’ün) gazete/dergi köşesinden alıp da okumuştum onu ilk kez. Zaten Sokak Çocukları Derneği de üst katlardaydı. Herkes, masalara yaklaşan “onları”, elevermek istemedikleri bir tedirginlik ve elevermek istedikleri bir hoşgörüyle sepetliyordu. Yazılar çok gerçek, resimler çok çarpıcıydı.
O resimlerin çarpıcılığını içeren zemin, giderek yaygınlaşan bir yöntem eliyle her an önümüzde: Deprem sonrası terapileri çizdikleri resimler yardımıyla yönlendirilen ve bu dışavurumları renkli basında sunulan çocuklar; bir haftalık dergide, anne-baba ayrılıkları sonrası tedirginlikleri ve kaygıları ya da savaş sonrası travmaları yine çizdikleri resimlerle bezenen çocuklar...
Biri geçenlerde bilgisayarıma bir “renk testi”yolladı. Sekiz renk sıralanmış; şu sırayla: Gri, lacivert, pastel bir doygun yeşil, ateş kırmızısı, civciv sarısı, pastel bir eflatun, koyu kahverengi, siyah. Hangi sırayla tıklarsan renklere, bir psikolojik profil tanımı çıkarıyor program. Benim seçimlerimin sıralaması, ruhumu okşamaya çalışan bir sonuç verdi elime. Kuşkulandım; yalan seçimlerimin sonuçlarını okudum ardı ardına. Hepsi “okşayıcıydı”...
Sanat tarihinin belli başlı resimlerindeki renk yoğunluklarından, her duygulanımın bir renk yüzdesi olduğu sonucunu çıkaran “dersi” hatırladım ve geriye baktım: Bir sokak çocuğunun bir başka sokak çocuğunu yaktığı anın renginin duygusu nedir, diyerek. Bu cevabın, puslu bir hınç, eldeki paranın paylaşım duygusu, inatlaşma ya da ne bileyim bir ihanet olabileceği kadar, sadece “alev renginde sert bir oyun cümlesi” de olabileceğini bilen zihnim, tıkandı kaldı. Tıkandı kaldı.
Yıllar önce, “basit bir olay” adlı bir sergi projem vardı. Proje olarak kaldı. Sabahın üçünde, tam da Galatasaray meydanında işlenen bir sıradışı cinayetin tanıklığını, an be an yaşayışımın tüm bilinç akışını içeren bir metin, belge, resim ikonografisiydi. Sertti. O “ben”e yakışırdı. Şimdi çok uzağım o sunumun sertliğine; kuruyan içim daha yakın!
İSTANBUL -Taksim`de aralarında tartışan tinerci çocuklardan biri, üzerine benzin dökülerek yakıldı. Anadolu Kargo önündeki tinerci çocuklar arasında çıkan tartışma kavgaya dönüştü. Gruptaki çocuklardan bazıları, arkadaşları Y.Y.`nin (13) üzerine benzin ve tiner dökerek, ateşe verdi.
Vücudunda ciddi yanıklar oluşan Y.Y., Taksim İlkyardım Hastanesi`ne kaldırılarak tedaviye alındı. Olaydan sonra kaçan tinerci çocukların yakalanmasına çalışılıyor. (30.10.1999/18:30)
Bu haber, Superonline’ın haber sayfalarında rastladığımda, herhalde en az beş kez okuduktan sonra kendimi “okumuş” saydığım bir haberdi.
İstanbul Galatasaray’da yaşıyorum; tinerci çocukların bir yıllık yeni üssü olan postane arkası çıkmaza çok yakın bir yerde... Onların yeni üssünü bana gösterip öğretmelerinin yolu, “onların gerçeğini” belgelemek isteyen bir fotoğrafçının kamerasına ve yüzüne tiner fırlattıkları eski bir akşamüstü saatiydi. Tineri fırlatan çocuk, boğuk sesiyle “benden izin almadan çekemezsiiiiiin!” diye bağırıyordu bir yandan. Hak vermiştim ona! O “eski akşamüstü” ise, tinerci sokak çocuğu Metin’le, bir sabaha karşı tanışıp yaşadığım o ilginç diyaloğun üzerinden en az altı yıl geçtikten sonraydı. Artık “her şeye karşın” seçimleri net (gözleri daha bulanık) bir erkek olan Metin’in, yeniyetmeliğinden bahsedebileceğimiz bir zaman... Bahsettiğim diyalogda o, bana yıllar önce tanıştığı Orhan Kemal’i anlatıyordu; ben de bu sıradışı/gerçeküstü cümlelerin, karşımdaki cılız bedenden ve mat gözlerden nasıl süzüldüğünü ilgiyle izliyor, “oyun”a katılmaktan başka bir şey istemiyordum. Onunsa, benim onun oyununa katılıp katılmamamla zerrece ilgisi yoktu.
Aralarda bir zaman, bir sürü elleri tahta coplu polis, Vitali Hakko ve diğer “Beyoğlu güzelleştirmeciler” önderliğinde, Cadde’nin (İstiklal) tüm “çirkinlerini” defettiler buralardan. Ardından da bir resmi geçit düzenlediler. Tramvay yolları üzerinde yavaşça ilerleyen ve her biri elinde bir başka marka taşıyan steril mankenleri taşıyan değişik jeep’ler, “temiz beyoğlu!” çığlıklarını boğazlarında tutarak ve durumu çaktırmayarak, çaldıkları kornalarla yolaldı... Metin, tam da Emek Sineması’na giden yolun köşesinden bir baktı, bir düşündü ve altıncı jeep’in ardına asılmaya karar verdi küçük elleriyle... Steril mankenlerimiz -yine boğazlarında tuttukları çığlıklarıyla- öne doğru savruldu ürküntüyle; bir bodyguard ise (asıl görevi o mankenleri bizlerden korumak olsa da, yeni bir iş edinip kendine) dövüp sökmeyi denedi onu jeep’ten. Çok zor oldu bu... Acıyı hissetmediğinden... Soğuğa ve acıya karşı merhemi olan tineri bol bol içine çektiğinden... Tüm cakalar bozuldu, ben güldüm, tam zamanında düşüp kenara kaçtığı için Metin, kalkıp inen yumruklar ile onun arasına girmeyebildim.
Yukarıdaki haberi beş kez okurken ve ancak kendimi “okumuş” hissederken, çok şey düşündüm yanı sıra! Mesela, sokak çocuklarının, genellikle “neden kaçtıklarını” anlattıkları yazılarını ve bunu betimleyen resimlerini içeren o gazeteyi... Her masanın, kendi sohbetinin seslerini, ancak yandaki masalardan yönelmiş kulaklar kadar önemsediği bir içiçe geçmişlikle taşıdığı cafe’nin (Kaktüs’ün) gazete/dergi köşesinden alıp da okumuştum onu ilk kez. Zaten Sokak Çocukları Derneği de üst katlardaydı. Herkes, masalara yaklaşan “onları”, elevermek istemedikleri bir tedirginlik ve elevermek istedikleri bir hoşgörüyle sepetliyordu. Yazılar çok gerçek, resimler çok çarpıcıydı.
O resimlerin çarpıcılığını içeren zemin, giderek yaygınlaşan bir yöntem eliyle her an önümüzde: Deprem sonrası terapileri çizdikleri resimler yardımıyla yönlendirilen ve bu dışavurumları renkli basında sunulan çocuklar; bir haftalık dergide, anne-baba ayrılıkları sonrası tedirginlikleri ve kaygıları ya da savaş sonrası travmaları yine çizdikleri resimlerle bezenen çocuklar...
Biri geçenlerde bilgisayarıma bir “renk testi”yolladı. Sekiz renk sıralanmış; şu sırayla: Gri, lacivert, pastel bir doygun yeşil, ateş kırmızısı, civciv sarısı, pastel bir eflatun, koyu kahverengi, siyah. Hangi sırayla tıklarsan renklere, bir psikolojik profil tanımı çıkarıyor program. Benim seçimlerimin sıralaması, ruhumu okşamaya çalışan bir sonuç verdi elime. Kuşkulandım; yalan seçimlerimin sonuçlarını okudum ardı ardına. Hepsi “okşayıcıydı”...
Sanat tarihinin belli başlı resimlerindeki renk yoğunluklarından, her duygulanımın bir renk yüzdesi olduğu sonucunu çıkaran “dersi” hatırladım ve geriye baktım: Bir sokak çocuğunun bir başka sokak çocuğunu yaktığı anın renginin duygusu nedir, diyerek. Bu cevabın, puslu bir hınç, eldeki paranın paylaşım duygusu, inatlaşma ya da ne bileyim bir ihanet olabileceği kadar, sadece “alev renginde sert bir oyun cümlesi” de olabileceğini bilen zihnim, tıkandı kaldı. Tıkandı kaldı.
Yıllar önce, “basit bir olay” adlı bir sergi projem vardı. Proje olarak kaldı. Sabahın üçünde, tam da Galatasaray meydanında işlenen bir sıradışı cinayetin tanıklığını, an be an yaşayışımın tüm bilinç akışını içeren bir metin, belge, resim ikonografisiydi. Sertti. O “ben”e yakışırdı. Şimdi çok uzağım o sunumun sertliğine; kuruyan içim daha yakın!
Aksak Ritm
Kekeme’yi yazmakta zorlandığım ikinci deprem sonrası... Üçüncüsünün de er ya da geç bu kentte olacağının herkese duyurulduğu günler... Normal hayatı yaşamalı, hazır olmalı ve gelecek için kişisel planlar yapmaktan kendimizi alıkoymamalıymışız.
Çaresizlik duygusunun aynası tv kanalları, yeni “enkazdan kurtuluş öyküleri” peşinde. Seyredebilme, çaresizlik duygusuna dayanabilme katsayımın düşmesine sevinmeli miyim?
Annem, bir komşusunun dört yaşındaki kızının artık çok alıştıkları hayali arkadaşına dair anlattığı sürekli öyküler kesilince, ona ne olduğunu soranlara “evi yıkıldı, öldü” demesini anlattı telefonda.
Bir yuvarlak masa toplantısı ve panele katılıp yanı sıra Adapazarı’nı da ziyaret eden Yunanlı bir sanatçı grubunun izlenimleri çok can sıkıcıydı. Gördüklerinin, birçok yerde, ancak hemen deprem sonrası görüntüsü olabileceğini, çok asgari düzeyde yardım dışında hiçbir destek almadan kışa giren depremzedeler karşısında yaşadıkları çaresizliği anlattılar. Sordular,”onca yardım nereye gitti?” diye... Her deprem sonrasında olduğu gibi yeni deprem zenginlerini beklemekte olduğumuzu söyledim. “Bilmiyorum,” dedim.
*
Şu anda Superonline Çağdaş Sanat Sitesi’nde süren forum, interaktif ortamda gördüğüm, okuduğum en nitelikli forum. Ötesi, öne sürdüğü tüm açılımlar ile katılımcılar, sanat ortamının kendi periyodiklerinde tartışmadığı, tartışamadığı cümleleri birer birer ele alır hale geldi. Forumda adı geçen ve ilgi duyacağını umduğum, tüm sanatçı ve küratörleri forumdan haberdar edip katılmaya çağırdım. Umarım katılırlar.
Bienal sergi defteri ise sanırım en bitmesi gereken yerde sona erdi. Mekesh’in üç satırlık mesajı, spekülatif olduğu kadar etkileyici (tüm spekülasyonlar gibi); “acaba” sorusunu sordururken, belki de gerçekten kimsenin artık bienal’e ilişkin tartışmada ekleyecek söz bulamamasını sağlayacak güçteydi. Hep bilebileceğimiz, hep gözardı edilmeye olanak bulan ve şu ya da bu “keşke böyle akmayası” dinamiği belirleyen -doğru olmayabilecek- bir ilişki öyküsünün, yine birçok şeyin tanımı olabilmesi ne tatsız...
Bienal sergi defteri’nde suskun kalan katılımcıların, forumu, belirledikleri üslup niteliğinden geri durmayarak ve tartışmaya değer yeni alanlar yaratarak sürdürmesi ise beni en sevindiren şey oldu. Bu zeminlerin ilk ateşleyicileri olan Uras ve Oblamov’un (eğer şimdiye kadar farklı isimlerle geri dönmedilerse) ayrıldıkları “durum”un çok ötesine geçen açılımlara yeni katkılarını esirgememeleri dileğim.
Böylesi bir forumun örneğin bir İstanbul Sanat Fuarı’na yönelik düzenlendiğinde katılımcıların yazabilecekleri, beni şimdiden gülümsetiyor.
Giderek sanat eğitiminin niteliğine, metropoller dışında yaşayıp yaratmanın sorunlarına, tüm yaygın sanat etkinliklerinin kendilerini tanımlayan özelliklerinin eleştirisine, sanat-kültür kurumları, dernekleri ve vakıflarına, popüler kültürün dinamiğine, sanatçı kimliğinin bizzat kendine yönelik bir dizi tartışma patikasını önümüze seren bu geniş caddede yürümek isteyecek ve söyleyeceği sözü olan çok kişi vardır diye umut ediyorum.
*
Orhan Cem Çetin, Gülümsemesem’deki (bence takipçileri köşenin adının Gülümsesem olması için kampanya yürütmeli) İtirafları’nda şöyle diyor, gülümseten ironisiyle:
“Belli belirsiz şunu farkedebildim: günümüzde sanat ürünleri ile aramızdaki ilişki duygulanmak değil anlamak, kavramak üzerine kurulu galiba. Tıpkı psikoanaliz gibi. Kavradın mı tamam. Hayatın değişti demektir. Ne hissettiğin çok önemli değil. Duygu bir yan ürün. Bir bonus. Bir şey hissetmeyebilirsin de. Önemli olan kavraman. Belki de bu yüzden kavrayışla ilgili zayıflığım şimdilerde bir sorun haline gelmeye başladı.”
Bu paragrafın içerdiği sıradışı eleştiri, elbette ki forum katılımcılarının ilgisini çekti ve biri (ehişte) diğer katılımcıların dikkatini çekti: “Arkadaşlar, Orhan Cem Çetin Gülümsemesem köşesinde şöyle yazmış... Bizim tartışmaya cuk oturuyor... Bir bakın derim:...” Bence haklı. OCÇ, benim Dulcinea’daki “Tepeler arasında tablo” sergisi için yazdığım ve ortalığı ummadığım kadar karıştıran eleştirilerin alt metnini yazmış.
Hiçbir sanatçı, sanat takipçisi ya da eleştirmeninin, yazdığı herhangi bir yazıda, adı bir biçimde “kabul görmüş” sergi düzenleyicilerine ya da sanatçılara yönelik övgüden öte bir şey yazmadığı yıllardan sonra, nihayet nitelik/özgünlük sorunu konuşulmaya başlandı. Çok gülümseten bir biçimde, ben ve OCÇ gibi, sanatsal yaratımın olanaklarını, “diğerleri”nin sandığı, savunduğundan kat kat yaygın bir zeminde olduğunu savunan iki sanatçı tarafından...
Sanıyorum ki, sergi defterleri, köşe yazarları, forumları ile bu site, şu ilk ağızda akla gelen ve yapılmayan/yapılamayan tartışmaların da başlangıç yeri olacak:
* Eskiden, akademi, sanat tacirleri ve sanat dergilerinin “ücretli” eleştirmenleri tarafından belirlenen ve kimilerince “ülkemiz sanat mafyasının üç sac ayağı”nı oluşturan denklemin bugünkü yapısı nasıl tanımlanabilir?
* MSÜ GSF’nin sanat eğitiminin niteliği nedir, ne olmalıdır ve olamamasının nedenleri nelerdir?
* Marmara Üniversitesi GSF ve Bilkent Üniversitesi GSF, “Akademi” sultasını yerle bir eden yeni bir eğitim biçimini oluştururken, çağdaş sanatın niteliği ve gereksinimleri adına başka bir tartışmayı nasıl başlatmıştır? Bu kurumların, bu biçimi kendi kurumlarında geliştirebilmekte midir, yoksa bu biçim, mimarları tarafından irili ufaklı özel üniversitelere mi dağılmaktadır; bu evrimin sonuçları ne olacak gibidir?
* “Genç Etkinlik”, “Performans Günleri” gibi son on yılın ortamın genel niteliğini kökten değiştirme gücü olan sıradışı etkinliklerin ayırd edici özellikleri nelerdi? Devamlılıklarını sağlayacak biraraya gelişlerin, tartışılası biçimleri nelerdir? Kısa ama dolu ömürlü Disiplinlerarası Genç Sanatçılar Derneği deneyiminin yarına taşınası deneyimleri nelerdir? Sanatçılararası dernek deneyimlerinin hazin sonuçları, bizleri kooperatif türü örgütlenmelere mi yönlendirmelidir; üretmek üzere gücün birleştiği hiyerarşisiz biraraya gelişlerin deneyimi, ülkemizde neden denenememektedir?
* İFSAK’ın (ve belki de fotoğraf sanatının habisleşmiş) sorunları neden yaygın bir platformda hiç tartışılamamaktadır?
* UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği) deneyimi, birçok ülkede varolduğu gibi bir sendikal örgütlenme deneyimine neden dönüştürülememektedir?
* Neden sanat periyodikleri, forumumuzun çokça örneğini şimdiden taşıdığı, sanatın ülkesel ve uluslararası sorunlarına yönelik içten kaygısı, yüksek niteliği ve cesaretiyle “söz üretebilen” kalemlerine kapalıdır?
Listeyi genişletmek de, bu tartışmaları bir yandan başlatmak da elinizde! Benim de, Orhan Cem Çetin’in de... Eminim. Kekemeliğimizin, aksaklığımızın, dil sürçmelerimizin, tutukluklarımızın, çığlığımızın, sakinliğimizin, kendileriyle teker teker ve hep birlikte barışacağımız iç ses güvenimizi beklediğini unutmadan.
Çaresizlik duygusunun aynası tv kanalları, yeni “enkazdan kurtuluş öyküleri” peşinde. Seyredebilme, çaresizlik duygusuna dayanabilme katsayımın düşmesine sevinmeli miyim?
Annem, bir komşusunun dört yaşındaki kızının artık çok alıştıkları hayali arkadaşına dair anlattığı sürekli öyküler kesilince, ona ne olduğunu soranlara “evi yıkıldı, öldü” demesini anlattı telefonda.
Bir yuvarlak masa toplantısı ve panele katılıp yanı sıra Adapazarı’nı da ziyaret eden Yunanlı bir sanatçı grubunun izlenimleri çok can sıkıcıydı. Gördüklerinin, birçok yerde, ancak hemen deprem sonrası görüntüsü olabileceğini, çok asgari düzeyde yardım dışında hiçbir destek almadan kışa giren depremzedeler karşısında yaşadıkları çaresizliği anlattılar. Sordular,”onca yardım nereye gitti?” diye... Her deprem sonrasında olduğu gibi yeni deprem zenginlerini beklemekte olduğumuzu söyledim. “Bilmiyorum,” dedim.
*
Şu anda Superonline Çağdaş Sanat Sitesi’nde süren forum, interaktif ortamda gördüğüm, okuduğum en nitelikli forum. Ötesi, öne sürdüğü tüm açılımlar ile katılımcılar, sanat ortamının kendi periyodiklerinde tartışmadığı, tartışamadığı cümleleri birer birer ele alır hale geldi. Forumda adı geçen ve ilgi duyacağını umduğum, tüm sanatçı ve küratörleri forumdan haberdar edip katılmaya çağırdım. Umarım katılırlar.
Bienal sergi defteri ise sanırım en bitmesi gereken yerde sona erdi. Mekesh’in üç satırlık mesajı, spekülatif olduğu kadar etkileyici (tüm spekülasyonlar gibi); “acaba” sorusunu sordururken, belki de gerçekten kimsenin artık bienal’e ilişkin tartışmada ekleyecek söz bulamamasını sağlayacak güçteydi. Hep bilebileceğimiz, hep gözardı edilmeye olanak bulan ve şu ya da bu “keşke böyle akmayası” dinamiği belirleyen -doğru olmayabilecek- bir ilişki öyküsünün, yine birçok şeyin tanımı olabilmesi ne tatsız...
Bienal sergi defteri’nde suskun kalan katılımcıların, forumu, belirledikleri üslup niteliğinden geri durmayarak ve tartışmaya değer yeni alanlar yaratarak sürdürmesi ise beni en sevindiren şey oldu. Bu zeminlerin ilk ateşleyicileri olan Uras ve Oblamov’un (eğer şimdiye kadar farklı isimlerle geri dönmedilerse) ayrıldıkları “durum”un çok ötesine geçen açılımlara yeni katkılarını esirgememeleri dileğim.
Böylesi bir forumun örneğin bir İstanbul Sanat Fuarı’na yönelik düzenlendiğinde katılımcıların yazabilecekleri, beni şimdiden gülümsetiyor.
Giderek sanat eğitiminin niteliğine, metropoller dışında yaşayıp yaratmanın sorunlarına, tüm yaygın sanat etkinliklerinin kendilerini tanımlayan özelliklerinin eleştirisine, sanat-kültür kurumları, dernekleri ve vakıflarına, popüler kültürün dinamiğine, sanatçı kimliğinin bizzat kendine yönelik bir dizi tartışma patikasını önümüze seren bu geniş caddede yürümek isteyecek ve söyleyeceği sözü olan çok kişi vardır diye umut ediyorum.
*
Orhan Cem Çetin, Gülümsemesem’deki (bence takipçileri köşenin adının Gülümsesem olması için kampanya yürütmeli) İtirafları’nda şöyle diyor, gülümseten ironisiyle:
“Belli belirsiz şunu farkedebildim: günümüzde sanat ürünleri ile aramızdaki ilişki duygulanmak değil anlamak, kavramak üzerine kurulu galiba. Tıpkı psikoanaliz gibi. Kavradın mı tamam. Hayatın değişti demektir. Ne hissettiğin çok önemli değil. Duygu bir yan ürün. Bir bonus. Bir şey hissetmeyebilirsin de. Önemli olan kavraman. Belki de bu yüzden kavrayışla ilgili zayıflığım şimdilerde bir sorun haline gelmeye başladı.”
Bu paragrafın içerdiği sıradışı eleştiri, elbette ki forum katılımcılarının ilgisini çekti ve biri (ehişte) diğer katılımcıların dikkatini çekti: “Arkadaşlar, Orhan Cem Çetin Gülümsemesem köşesinde şöyle yazmış... Bizim tartışmaya cuk oturuyor... Bir bakın derim:...” Bence haklı. OCÇ, benim Dulcinea’daki “Tepeler arasında tablo” sergisi için yazdığım ve ortalığı ummadığım kadar karıştıran eleştirilerin alt metnini yazmış.
Hiçbir sanatçı, sanat takipçisi ya da eleştirmeninin, yazdığı herhangi bir yazıda, adı bir biçimde “kabul görmüş” sergi düzenleyicilerine ya da sanatçılara yönelik övgüden öte bir şey yazmadığı yıllardan sonra, nihayet nitelik/özgünlük sorunu konuşulmaya başlandı. Çok gülümseten bir biçimde, ben ve OCÇ gibi, sanatsal yaratımın olanaklarını, “diğerleri”nin sandığı, savunduğundan kat kat yaygın bir zeminde olduğunu savunan iki sanatçı tarafından...
Sanıyorum ki, sergi defterleri, köşe yazarları, forumları ile bu site, şu ilk ağızda akla gelen ve yapılmayan/yapılamayan tartışmaların da başlangıç yeri olacak:
* Eskiden, akademi, sanat tacirleri ve sanat dergilerinin “ücretli” eleştirmenleri tarafından belirlenen ve kimilerince “ülkemiz sanat mafyasının üç sac ayağı”nı oluşturan denklemin bugünkü yapısı nasıl tanımlanabilir?
* MSÜ GSF’nin sanat eğitiminin niteliği nedir, ne olmalıdır ve olamamasının nedenleri nelerdir?
* Marmara Üniversitesi GSF ve Bilkent Üniversitesi GSF, “Akademi” sultasını yerle bir eden yeni bir eğitim biçimini oluştururken, çağdaş sanatın niteliği ve gereksinimleri adına başka bir tartışmayı nasıl başlatmıştır? Bu kurumların, bu biçimi kendi kurumlarında geliştirebilmekte midir, yoksa bu biçim, mimarları tarafından irili ufaklı özel üniversitelere mi dağılmaktadır; bu evrimin sonuçları ne olacak gibidir?
* “Genç Etkinlik”, “Performans Günleri” gibi son on yılın ortamın genel niteliğini kökten değiştirme gücü olan sıradışı etkinliklerin ayırd edici özellikleri nelerdi? Devamlılıklarını sağlayacak biraraya gelişlerin, tartışılası biçimleri nelerdir? Kısa ama dolu ömürlü Disiplinlerarası Genç Sanatçılar Derneği deneyiminin yarına taşınası deneyimleri nelerdir? Sanatçılararası dernek deneyimlerinin hazin sonuçları, bizleri kooperatif türü örgütlenmelere mi yönlendirmelidir; üretmek üzere gücün birleştiği hiyerarşisiz biraraya gelişlerin deneyimi, ülkemizde neden denenememektedir?
* İFSAK’ın (ve belki de fotoğraf sanatının habisleşmiş) sorunları neden yaygın bir platformda hiç tartışılamamaktadır?
* UPSD (Uluslararası Plastik Sanatlar Derneği) deneyimi, birçok ülkede varolduğu gibi bir sendikal örgütlenme deneyimine neden dönüştürülememektedir?
* Neden sanat periyodikleri, forumumuzun çokça örneğini şimdiden taşıdığı, sanatın ülkesel ve uluslararası sorunlarına yönelik içten kaygısı, yüksek niteliği ve cesaretiyle “söz üretebilen” kalemlerine kapalıdır?
Listeyi genişletmek de, bu tartışmaları bir yandan başlatmak da elinizde! Benim de, Orhan Cem Çetin’in de... Eminim. Kekemeliğimizin, aksaklığımızın, dil sürçmelerimizin, tutukluklarımızın, çığlığımızın, sakinliğimizin, kendileriyle teker teker ve hep birlikte barışacağımız iç ses güvenimizi beklediğini unutmadan.
Odalar...
Bugün size bir sanat etkinliğimden sözedeceğim. İsmi, “Odalar”.
Henüz hedeflediği sergiye ve kitaba dönüşemeyen bu sanat etkinliğinin geleceği konusunda kafam karışmış durumda... Galiba, yardımınızı isteyeceğim.
Biliyorum, iki duruma da çok alışık değilsiniz. Ne bir sanatçının sonuçlandırmadığı, yani izleyen/okuyan önünde “tescil imzasını” atmadığı bir projesini sizlerle paylaşmaya kalkmasına, ne de herhangi bir projesini sizinle “içinden” ve “belirsiz geleceğine dair” tartışmasına... Ama dedim ya, kafam karışık ve benim yardıma ihtiyacım var.
Her şey, yaklaşık 20 ay önce başladı. Otomobil tamircilerinin ve duvarda resim yapan ressamların meslek hastalığı olduğunu sonradan öğrendiğim boyun fıtığı, üç omurumu birden esir aldı ve sağ kolum, günün-gecenin önemli bir bölümünde uyuşmaya başladı. Resim yapmam yasaklandı. Ameliyat gerek, dendi. Rıza göstermedim ve fizyoterapiyle şansımı denemeye karar verdim. Yedi aylık bir yoğun fizyoterapi ile tekrar resim yapabilir hale geldim ve geçen yıl Dulcinea’da açtığım “Kendi...” sergisinin resimlerini yapmaya giriştim. İşte, sözkonusu bu yedi ay başladığında, madem resim yapamıyorum deyip belki aradığım bahaneye asıldım, yıllar önce evimden uzaklaştırdığım tüm ekranları geri çağırdım; bir televizyon, bir video oynatıcısı, bir uydu anteni ve bir kişisel bilgisayar. Bir internet servis sağlayıcının eliyle bu ortamla tanıştım. Orada burada gezerken, sohbet odalarında, forumlarda kimileyin etkin bir tanık, kimileyin katılımcı olurken, “net dili”nin hayatta bildiğim tüm dillere göre ne denli farklı nitelikler içerdiğini görmeye başladım. Heyecanlandım. Giderek, net sohbet ortamındaki dilin olanaklarının beni bir sanat etkinliğine doğru yönlendirmesi gecikmedi: “Odalar”
Önce (Superonline, Turk.Net, Raks.Net gibi) internet servis sağlayıcı şirketlerin sohbet odalarında başlattığım bu etkinlik, daha sonra ICQ’nun bire-bir sohbetin olanaklarını geliştiren ortamında sürdü. Peki neydi bu sanat etkinliği?..
Genellikle diyalog, (nick’inin seçimindeki zeka pırıltısı, kimi özellikli notları içeren “info”su, daha önceki kimi sınırlı sohbetlerin verdiği umut gibi) şu ya da bu özelliğinden dolayı seçtiğim kişiye, “bir sanatçı olduğumu, ressam olduğumu, sohbet ortamında bir sanat etkinliği sürdürdüğümü, ilgilenip ilgilenmediklerini” sormamla başlıyor. İlgilenenler, nasıl bir şey olduğunu sorarak yanıtlıyorlar. Anlatıp, soruyorum:
“Bulunduğunuz odayı tam da oturduğunuz yerden başlayarak anlatacaksınız. Odayı ve içerdiği her şeyi...
Ben, anlatımınızın arasında ve sonunda kendimce sorular soracağım ve cevaplayacaksınız. Ben daha sonra bu diyaloğu resme dönüştüreceğim. Kendi metniyle, diğer odaların metinleri ve resimleriyle birlikte sergilemek üzere... Katılır mısın?”
Şimdiye değin çağrı yaptıklarım arasında katılmak istemeyen çok az çıktı. Tam bir yıl içinde, kimisi yarım kalan diyalogları da sayarsam, 80’e yakın internet kullanıcısının benim yapacağım bir resme yönelik yaptığı “oda” anlatımına sahibim.
Katılımcıların kabul gösterdikten sonraki anlatımlarının çoğu, benim ikinci bir soruma verdikleri cevapla başladı:
“Benim kim olduğuma ilişkin kimi gerçek bilgileri isteyebileceğiniz gibi, tam tersine bu anlatım bitene kadar nick’im ve yaşım dışında (ICQ kimlik bilgilerim sadece yaşımı belirtirdi) hakkımda fazla bir şeyi bilmemek de isteyebilirsiniz. Böylece, en azından öğrenebileceğiniz ismini ve cinsel kimliğinin ne olduğunu bilmemeyi seçtiğiniz bir sanatçıya “sıfır noktası”ndan aktarmayı seçebilirsiniz! Ne istersiniz?”
Baştan hiç ummadığım bir biçimde, katılımcıların neredeyse yarısı, 37 yaşında bir nick’e aktarmayı yeğledi. Bir kısmı, aktarımdan önce zaten beni biraz tanımıştı; bir kısmı, özellikle kim olduğuma dair bilgiye ihtiyaç duydu; kimisi de, baştan kimliğime ilişkin temel bilgileri bilmemeyi isteyerek başlattığı aktarımın belli bir yerinde bu bilgileri talep etti. Bir nick’e aktarmayı seçen katılımcılardan küçümsenmeyecek bir bölümü ise, beni kadın sandı, hatta uzun süre bu sanısını “bana rağmen” korudu.
Katılımcıların çoğu kadındı. Erkekler, genellikle ya böyle bir sanat etkinliğine katılmayı baştan reddetti, ya “eğer ben bir kadın isem” anlatacaklarını söyledi, ya da sıkılıp yarım bıraktı. Benim açımdan da, birkaç zengin örneğin dışında erkek aktarımları, kadınlarınkine göre “daha kuru” aktarımlardı. Nesnelere ilişkin en ve boy hesaplarının, sürprizsiz bir detaycılığın anlatımlarıydı. Kadınlar ise genellikle, boşluğa, nesnelere, o sınırlanmış zamana ilişkin izleri, anıları, kokuyu, ışığı anlatmayı pek atlamadılar.
Genel olarak diyalog şu biçimde akıyordu:
Ben, “... olabildiğince bulunduğunuz yerden, ya da odanın belirlediğiniz bir yerinden aktarmaya başlayın. Sırayla odanın tüm duvarlarını dolaşarak aynı noktaya gelin. Aktarımın, benim yapacağım bir resim için olacağını unutmayın. Dolayısıyla, o odanın gözümde canlandırmam gereken nesnelerinin biçimleri, birbirlerine göre konumları ve renkleri özellikle umurumda olacaktır,” diyordum. O anlatmaya başlıyordu. Çok önemli bir aksaklık olmazsa pek karışmadan dinlediğim yaklaşık yirmi dakika süren bir aktarımın ardından, “bitti”, diyorlardı. Ben de, “pek sanmam” deyip net dilinde gülümsüyor ve sormaya başlıyordum.
Sorduğum sorularla ve cevaplarıyla yeni baştan başlayan oda yolculuğunun diyaloğu dört saat ile üç hafta arasında değişen zamanda akmayı sürdürüyordu. Tüm bu aktarımlar boyunca katılımcılar, genellikle o çok iyi bildiklerine emin oldukları odanın nesneleriyle, gerçek renkleriyle, o renklerin tonlarıyla, nesneler arasındaki ilişkinin sınırsız olanaklarıyla, pencere camının ardındaki –resme taşınması gereken- dışarıdaki yaşamın görüntüleriyle, mekan boşluğunun bilgisiyle, genellikle kapalı duran kapılarının açılmasıyla –bunu hep istedim- buluştukları evin diğer görünebilir alanları ile o oda arasındaki ilişkinin görünümleriyle, ışıklarının yolculuğuyla ve en son olarak da, en ummadıkları biçimde –bunu isteyebileceğimi genellikle baştan sezdirmemeye çabaladım- o mekanın (kedi ve köpekler dışındaki) tek figürü olarak kendi bedeninin renkleri ve biçimiyle yeniden tanıştılar.
Anlatımın bir yerinde durup, ötesini aktarmadan önce, yaşadığı göstermeci duygunun niteliğiyle hesaplaşanlar oldu. Bunun gerginliğiyle sürdüremeyenler, ya da hazla buna sahip çıkıp o güne kadar “çok sevemediği odasını” bu bahaneyle tümden değiştirenler ve aktarımı ondan sonra sürdürenler oldu. Oda ikimiz için de ayrıntılarıyla canlanmaya başladığında, sonuçta hiç tanımadığı bir insana neyi anlatmakta olduğu, o anlattığı şeyin belki de hayatının en gizli, sakınımlı, özel alanı olduğunu farkedip, bana karşı daha fazla güven ihtiyacı duyanlar oldu. Benim aslında bir sanatçı olmamam olasılığı üzerine kafası karışıp, temkinle anlatmayı sürdürenler ya da vazgeçenler oldu. Genellikle katılımcılar, kendini ancak bir ayna eşliğinde anlatabileceğini, kendini aktaramadığını farketti ve bunun sıkıntısını yaşarken aktarımlarının sürebilmesi için benden yardım istediler. Onlara, kendi bedenlerine ilişkin kendilerinin soramadığı, cevaplayamadığı soruları sorup, bazen onlar yerine yaptığım tahminler eliyle kimi cevaplar sundum.
Bu diyaloglar, ben o odanın resmini yapabileceğime inandığım bir “canlılığa ulaşıncaya kadar” sürdü ve her yaşta, meslekte, cinsel kimlikte, biçimde onlarca katılımcının –ve tabii ki benim- akıl, ruh ve nabzını taşıdı.
Benim için heyecan verici, sabırla ve istekle adım attığım, yaratım ruhumun, zekamın, düş gücümün tüm kıvrımlarını seferber ettiğim eşsiz bir sanat-oyun başlangıcı ve deneyimler toplamı oldu.
Sonra bu seksene yakın odanın bana en fazla heyecan veren ve birbirlerine göre çok belirgin farkları olan otuzuyla bir sergi açmayı hedeflediğim proje dosyasını hazırladım. Sanat etkinliğinin genel niteliklerini, olası sürecini, gereksinimlerini, bütçesini ve kimi örnek oda aktarımlarını içeren bu dosyayla destekçi firma aramaya giriştim. Bu yıl boyunca, onu aşkın bilgisayar/iletişim şirketiyle görüştüm ve her biri bu desteğe coşkuyla yaklaşıp, belli bir süre sonra “ekonomik krizin ve ardından daha da derinleşen ekonomik krizin boyutu nedeniyle”, neredeyse istemeye istemeye dosyayı geri teslim ettiler.
Odaların resimlerini, her biri “neredeyse bir oda enerjisi yaratabilecek kadar” büyük yapmayı, anlatıldığı gibi, tüm duvarlarını kapsayan bir parabolik yapıda oluşturmayı istiyordum. Bu da, beş metreye iki metre dolayında ölçüler gerektiriyordu. Tüm diyalogların, tüm üretim sürecinin ve tüm resimlerin yeralacağı –en az- dört yüz sayfalık dev bir kitap, sergilemenin ayrılmaz parçası olacaktı. Evet, bütçe oldukça yüklüydü. Yaklaşık 60 bin dolara gereksinimi vardı bu etkinliğin... Bulamadım. Hala cevap vermeyen iki şirket var. Bekliyorum.
Şimdi diyeceksiniz ki, “eeeee, hoş ya da değil, bir sürü şey yapıp kuyruğuna gelmişsin. Destek de belki bulursun yakında. Bir yandan resimleri yapmaya başlasan... Her şey olacağına varır. Bu muydu derdin? Nedir bizden istediğin yardım?”
Ama bilmiyorsunuz, işler karıştı arkadaşlar. Belki de öykünün en heyecanlı kısmı şimdi başlıyor.
Ama bir Kekeme bu kadar uzun zaten olmamalıydı. Daha uzun hiç olamayacak. İki hafta sonra anlatayım mı ötesini? Bekler misiniz?
Sevgiyle kalın, iyi olun.
Henüz hedeflediği sergiye ve kitaba dönüşemeyen bu sanat etkinliğinin geleceği konusunda kafam karışmış durumda... Galiba, yardımınızı isteyeceğim.
Biliyorum, iki duruma da çok alışık değilsiniz. Ne bir sanatçının sonuçlandırmadığı, yani izleyen/okuyan önünde “tescil imzasını” atmadığı bir projesini sizlerle paylaşmaya kalkmasına, ne de herhangi bir projesini sizinle “içinden” ve “belirsiz geleceğine dair” tartışmasına... Ama dedim ya, kafam karışık ve benim yardıma ihtiyacım var.
Her şey, yaklaşık 20 ay önce başladı. Otomobil tamircilerinin ve duvarda resim yapan ressamların meslek hastalığı olduğunu sonradan öğrendiğim boyun fıtığı, üç omurumu birden esir aldı ve sağ kolum, günün-gecenin önemli bir bölümünde uyuşmaya başladı. Resim yapmam yasaklandı. Ameliyat gerek, dendi. Rıza göstermedim ve fizyoterapiyle şansımı denemeye karar verdim. Yedi aylık bir yoğun fizyoterapi ile tekrar resim yapabilir hale geldim ve geçen yıl Dulcinea’da açtığım “Kendi...” sergisinin resimlerini yapmaya giriştim. İşte, sözkonusu bu yedi ay başladığında, madem resim yapamıyorum deyip belki aradığım bahaneye asıldım, yıllar önce evimden uzaklaştırdığım tüm ekranları geri çağırdım; bir televizyon, bir video oynatıcısı, bir uydu anteni ve bir kişisel bilgisayar. Bir internet servis sağlayıcının eliyle bu ortamla tanıştım. Orada burada gezerken, sohbet odalarında, forumlarda kimileyin etkin bir tanık, kimileyin katılımcı olurken, “net dili”nin hayatta bildiğim tüm dillere göre ne denli farklı nitelikler içerdiğini görmeye başladım. Heyecanlandım. Giderek, net sohbet ortamındaki dilin olanaklarının beni bir sanat etkinliğine doğru yönlendirmesi gecikmedi: “Odalar”
Önce (Superonline, Turk.Net, Raks.Net gibi) internet servis sağlayıcı şirketlerin sohbet odalarında başlattığım bu etkinlik, daha sonra ICQ’nun bire-bir sohbetin olanaklarını geliştiren ortamında sürdü. Peki neydi bu sanat etkinliği?..
Genellikle diyalog, (nick’inin seçimindeki zeka pırıltısı, kimi özellikli notları içeren “info”su, daha önceki kimi sınırlı sohbetlerin verdiği umut gibi) şu ya da bu özelliğinden dolayı seçtiğim kişiye, “bir sanatçı olduğumu, ressam olduğumu, sohbet ortamında bir sanat etkinliği sürdürdüğümü, ilgilenip ilgilenmediklerini” sormamla başlıyor. İlgilenenler, nasıl bir şey olduğunu sorarak yanıtlıyorlar. Anlatıp, soruyorum:
“Bulunduğunuz odayı tam da oturduğunuz yerden başlayarak anlatacaksınız. Odayı ve içerdiği her şeyi...
Ben, anlatımınızın arasında ve sonunda kendimce sorular soracağım ve cevaplayacaksınız. Ben daha sonra bu diyaloğu resme dönüştüreceğim. Kendi metniyle, diğer odaların metinleri ve resimleriyle birlikte sergilemek üzere... Katılır mısın?”
Şimdiye değin çağrı yaptıklarım arasında katılmak istemeyen çok az çıktı. Tam bir yıl içinde, kimisi yarım kalan diyalogları da sayarsam, 80’e yakın internet kullanıcısının benim yapacağım bir resme yönelik yaptığı “oda” anlatımına sahibim.
Katılımcıların kabul gösterdikten sonraki anlatımlarının çoğu, benim ikinci bir soruma verdikleri cevapla başladı:
“Benim kim olduğuma ilişkin kimi gerçek bilgileri isteyebileceğiniz gibi, tam tersine bu anlatım bitene kadar nick’im ve yaşım dışında (ICQ kimlik bilgilerim sadece yaşımı belirtirdi) hakkımda fazla bir şeyi bilmemek de isteyebilirsiniz. Böylece, en azından öğrenebileceğiniz ismini ve cinsel kimliğinin ne olduğunu bilmemeyi seçtiğiniz bir sanatçıya “sıfır noktası”ndan aktarmayı seçebilirsiniz! Ne istersiniz?”
Baştan hiç ummadığım bir biçimde, katılımcıların neredeyse yarısı, 37 yaşında bir nick’e aktarmayı yeğledi. Bir kısmı, aktarımdan önce zaten beni biraz tanımıştı; bir kısmı, özellikle kim olduğuma dair bilgiye ihtiyaç duydu; kimisi de, baştan kimliğime ilişkin temel bilgileri bilmemeyi isteyerek başlattığı aktarımın belli bir yerinde bu bilgileri talep etti. Bir nick’e aktarmayı seçen katılımcılardan küçümsenmeyecek bir bölümü ise, beni kadın sandı, hatta uzun süre bu sanısını “bana rağmen” korudu.
Katılımcıların çoğu kadındı. Erkekler, genellikle ya böyle bir sanat etkinliğine katılmayı baştan reddetti, ya “eğer ben bir kadın isem” anlatacaklarını söyledi, ya da sıkılıp yarım bıraktı. Benim açımdan da, birkaç zengin örneğin dışında erkek aktarımları, kadınlarınkine göre “daha kuru” aktarımlardı. Nesnelere ilişkin en ve boy hesaplarının, sürprizsiz bir detaycılığın anlatımlarıydı. Kadınlar ise genellikle, boşluğa, nesnelere, o sınırlanmış zamana ilişkin izleri, anıları, kokuyu, ışığı anlatmayı pek atlamadılar.
Genel olarak diyalog şu biçimde akıyordu:
Ben, “... olabildiğince bulunduğunuz yerden, ya da odanın belirlediğiniz bir yerinden aktarmaya başlayın. Sırayla odanın tüm duvarlarını dolaşarak aynı noktaya gelin. Aktarımın, benim yapacağım bir resim için olacağını unutmayın. Dolayısıyla, o odanın gözümde canlandırmam gereken nesnelerinin biçimleri, birbirlerine göre konumları ve renkleri özellikle umurumda olacaktır,” diyordum. O anlatmaya başlıyordu. Çok önemli bir aksaklık olmazsa pek karışmadan dinlediğim yaklaşık yirmi dakika süren bir aktarımın ardından, “bitti”, diyorlardı. Ben de, “pek sanmam” deyip net dilinde gülümsüyor ve sormaya başlıyordum.
Sorduğum sorularla ve cevaplarıyla yeni baştan başlayan oda yolculuğunun diyaloğu dört saat ile üç hafta arasında değişen zamanda akmayı sürdürüyordu. Tüm bu aktarımlar boyunca katılımcılar, genellikle o çok iyi bildiklerine emin oldukları odanın nesneleriyle, gerçek renkleriyle, o renklerin tonlarıyla, nesneler arasındaki ilişkinin sınırsız olanaklarıyla, pencere camının ardındaki –resme taşınması gereken- dışarıdaki yaşamın görüntüleriyle, mekan boşluğunun bilgisiyle, genellikle kapalı duran kapılarının açılmasıyla –bunu hep istedim- buluştukları evin diğer görünebilir alanları ile o oda arasındaki ilişkinin görünümleriyle, ışıklarının yolculuğuyla ve en son olarak da, en ummadıkları biçimde –bunu isteyebileceğimi genellikle baştan sezdirmemeye çabaladım- o mekanın (kedi ve köpekler dışındaki) tek figürü olarak kendi bedeninin renkleri ve biçimiyle yeniden tanıştılar.
Anlatımın bir yerinde durup, ötesini aktarmadan önce, yaşadığı göstermeci duygunun niteliğiyle hesaplaşanlar oldu. Bunun gerginliğiyle sürdüremeyenler, ya da hazla buna sahip çıkıp o güne kadar “çok sevemediği odasını” bu bahaneyle tümden değiştirenler ve aktarımı ondan sonra sürdürenler oldu. Oda ikimiz için de ayrıntılarıyla canlanmaya başladığında, sonuçta hiç tanımadığı bir insana neyi anlatmakta olduğu, o anlattığı şeyin belki de hayatının en gizli, sakınımlı, özel alanı olduğunu farkedip, bana karşı daha fazla güven ihtiyacı duyanlar oldu. Benim aslında bir sanatçı olmamam olasılığı üzerine kafası karışıp, temkinle anlatmayı sürdürenler ya da vazgeçenler oldu. Genellikle katılımcılar, kendini ancak bir ayna eşliğinde anlatabileceğini, kendini aktaramadığını farketti ve bunun sıkıntısını yaşarken aktarımlarının sürebilmesi için benden yardım istediler. Onlara, kendi bedenlerine ilişkin kendilerinin soramadığı, cevaplayamadığı soruları sorup, bazen onlar yerine yaptığım tahminler eliyle kimi cevaplar sundum.
Bu diyaloglar, ben o odanın resmini yapabileceğime inandığım bir “canlılığa ulaşıncaya kadar” sürdü ve her yaşta, meslekte, cinsel kimlikte, biçimde onlarca katılımcının –ve tabii ki benim- akıl, ruh ve nabzını taşıdı.
Benim için heyecan verici, sabırla ve istekle adım attığım, yaratım ruhumun, zekamın, düş gücümün tüm kıvrımlarını seferber ettiğim eşsiz bir sanat-oyun başlangıcı ve deneyimler toplamı oldu.
Sonra bu seksene yakın odanın bana en fazla heyecan veren ve birbirlerine göre çok belirgin farkları olan otuzuyla bir sergi açmayı hedeflediğim proje dosyasını hazırladım. Sanat etkinliğinin genel niteliklerini, olası sürecini, gereksinimlerini, bütçesini ve kimi örnek oda aktarımlarını içeren bu dosyayla destekçi firma aramaya giriştim. Bu yıl boyunca, onu aşkın bilgisayar/iletişim şirketiyle görüştüm ve her biri bu desteğe coşkuyla yaklaşıp, belli bir süre sonra “ekonomik krizin ve ardından daha da derinleşen ekonomik krizin boyutu nedeniyle”, neredeyse istemeye istemeye dosyayı geri teslim ettiler.
Odaların resimlerini, her biri “neredeyse bir oda enerjisi yaratabilecek kadar” büyük yapmayı, anlatıldığı gibi, tüm duvarlarını kapsayan bir parabolik yapıda oluşturmayı istiyordum. Bu da, beş metreye iki metre dolayında ölçüler gerektiriyordu. Tüm diyalogların, tüm üretim sürecinin ve tüm resimlerin yeralacağı –en az- dört yüz sayfalık dev bir kitap, sergilemenin ayrılmaz parçası olacaktı. Evet, bütçe oldukça yüklüydü. Yaklaşık 60 bin dolara gereksinimi vardı bu etkinliğin... Bulamadım. Hala cevap vermeyen iki şirket var. Bekliyorum.
Şimdi diyeceksiniz ki, “eeeee, hoş ya da değil, bir sürü şey yapıp kuyruğuna gelmişsin. Destek de belki bulursun yakında. Bir yandan resimleri yapmaya başlasan... Her şey olacağına varır. Bu muydu derdin? Nedir bizden istediğin yardım?”
Ama bilmiyorsunuz, işler karıştı arkadaşlar. Belki de öykünün en heyecanlı kısmı şimdi başlıyor.
Ama bir Kekeme bu kadar uzun zaten olmamalıydı. Daha uzun hiç olamayacak. İki hafta sonra anlatayım mı ötesini? Bekler misiniz?
Sevgiyle kalın, iyi olun.
Odalar’ın sonu mu?
On beş gün hızla geçti. Hayatı, yazmayı, beklemeyi kendim için bir karabasana çevirmekte üstüme yoktur. Şık bir karabasana çevirdim günleri geceleri yine. “Odalar” yazımın devamının nasıl geleceğini bilmiyordum. “Bir şeyler hissediyordum” sadece. Neden iç tartışmamı, üstelik tam ortasında sizlerle paylaştım ki, diye dönüp kendime çok kızdım. Kendi cevabımı, o tartışmamın son cümlelerini “yazmak zorunda kalacağım” bir yazı eliyle kendimden çağırdım. Sizleri kullandım. Bu köşeyi de! Belki affetmemelisiniz beni... Neyse; nasılsa karar vereceksiniz. Ben kaldığım yerden devam edeyim.
Geçen yazımda anlattığım sanat etkinliği, elbette ki uzun bir zamana yayıldı. Sözkonusu bu uzun zaman, başka nitelikleri ve özellikleri ile de tanımlanması gereken bir zaman! Öncelikle bana dair bilinmesi gereken kimi şeyler var. (Yazmaktan en korktuğum kısım bu... Ayşe Arman teşhirciliğine düşmeden insan kendinden sözedebiliyor olmalı değil mi?!)
Öncelikle, hayatının merkezine –belki ne iyi ki, belki de ne yazık ki- yaptığı işi, mesleğini, yaratımını, üretimini, çaba ya da hırslarını koyan, koyabilen bir erkek değilim. Yaşantım, hayatımın merkezine sevgi ve aşkın olası tüm biçimlerini koyabilme uğraşıyla geçti. Güven, benim için verilmesi gereken bir şey oldu. Alınması gereken, gereksinilen bir şey değil. En azından böyle sandım ve yaşadım uzun süre. Dil, her olası biçimiyle derdim oldu. Her arkadaşlığım, dostluğum ve aşkım, yeni bir benliğe, varoluşa, gizeme yönelik bir dil yolculuğuydu aynı zamanda. Dil, çok az söz demekti. Ama söz hep önemliydi. Sanatımın ve yaratımımın, dil’in ve onun yolunu açtığı iletişimin ekseninde akması, sanat-oyunlarımın o dilin kalabalık ya da tenha labirentlerinden beslenmesi doğaldı. Odalar, bu deneyimin ve doyumunun, oyun zevkinin, dönüşüm gücünün en yoğun yaşandığı etkinlik oldu. Tehlikeliydi.
On yıl boyunca, hep aynı insanı aşkla sevdim. Onu, içimde çok özel bir yerde korudum, taşıdım, istedim: Bu hayatta, insanın sadece kendisi ile konuştuğunu, konuşabileceğini düşündüğüm, hani hepimizin bir biçimde tanıdık olduğu o en saklı, en derin ve çıplak, kırık, aksak, kekeme dilimi paylaşabildiğim tek insandı. Günler, geceler, haftalar, aylar, yıllar boyunca, inanılmaz zorluklara göğüs gere gere dostluğumuzu sürdürdük; her dilden konuştuk. Nihayet –çok istemiştim- bir gün o da bana aşk cümlesi kurdu. Birlikte olduk.
O birlikteliğin ilk aylarında, katıksız mutluluk, huzur, sevinç ve kıvanç nasıl bir şeymiş nihayet öğrendim ve... durdum.
Durmanın çok biçimi vardır bu hayatta. Ama bir tür durmak vardır ki, onu yaşarken bedeniniz, zihniniz hareket etse de, teninizin altında, yüzünü içinize dönmüş, gözlerini gözlerinize dikmiş, koyu, ağır bir varlığı buram buram hissedersiniz. Kadim sorular sorulur, onlara kadim cevaplar aranır bu duruşta. Bu arada, yanınızdaki (o çok sevilen, nihayet doya doya yaşanan) insanla akan tad da bir yandan aksın istenir ama ne çare! Durulmuştur, sorular ve cevaplar zamanıdır. Günü gelmiştir tehlikeli bir zorunlu yolculuğun.
Tehlike tehlikeyi çağırır.
Tüm sorular ve cevaplar için yola çıkılır. Yolların en yenisi, en sürprizlisi, en şaşırtıcısı, en “uzağı” ve en “tehlikesiz”i sanılır internet.
İşte böyle başladı; oyunbazlığın ve dilin her türüne ilişkin o güçlü donanımın desteği ile ekrana döndüm bir gece ve ilk sorumu sordum. İlk odayı dinledim.
Sanatçının yaratırken kapandığı manastırlarıdır genellikle atölyeler... Benim atölyem bazen, o da bizzat resmin kendisine girişmişsem öyledir. Aylar boyunca, tüm çağrılarım, tüm kabullerim, tüm sorularım, tüm cevaplarımla onlarca insanla, odadan odaya, bedenden bedene, nesneden nesneye, anıdan anıya, halden hale geçtiğim bu 80 şeritli siber otoban ise asla “kapandığım” bir atölye değildi. Kimi sezdi, kimi önemsedi, kimi hiç hissetmedi kendi sesini duyarken (okurken) yaşadığı hazdan dolayı... Ama ben oralardaydım hep. Konu edilmeyen, sorulmayan, odası gezilmeyen, bedeni dinlenmeyen bir insan... Durmuş, bu insandan insana yolculuğunda, kendi kadim sorularına kadim cevaplar arayan bir erkek.
Çok pratik olarak bakarsanız, bu halim, oluşum, tüm diyalogları olağanüstü bezedi. Dikkatim sınırsızdı, sorularım keskin, özenli, detaylı ve ustaydı. Oyunu adım adım kurup yaşarken, her odanın renkleri, dengesi, tadı da yapılanıyordu retinamın ardında. Kayboldum odalarda...
Tam da kaybolduğum yerde, bir ışık büyüdü ve içimde duran o koyu varlığı sildi, tenimin rengi değişti, sesim büyüdü, uzun ve sıradışı yolculuğumun yanı sıra akan kadim cevaplarımı buldum, ve yüzümü ekrandan alıp aşkıma döndüm.
Gördüğüm acımasız bir boşluktu. O gitmişti. Dilimizin yoksullaştığını, tüm enerjimin, başka insanların odalarına, nesnelerine, anılarına, bedenlerine aktığını gördüğü yerde, kendini çok yalnız hissetmiş, bununla başetmeye çabalamış, vazgeçmiş ve gitmişti, içi yana yana.
Masamda yüzlerce sayfa süren diyaloglar, retinamın ardında beni boyalarıma iten rengarenk odalar, ayakta durabilmek için sanatıma el uzatmayı isteyen, çağıran reflekslerim, alışkanlıklarım, gereklilikler, yaşantımın hiçbir şeyi umursamadan akan tüm diğer cepheleri...
En kadim bilgi olarak, hepimizin aslında yalnız olduğu bilgisini, en eski zamanlarda öğrendiğime, zaten bildiğime bile hiç sevinemeyişim...
Kafam karışık ve yardımınıza ihtiyacım var.
Bir sanatçı olarak adım atmam gerekiyorsa, o hayatının merkezine işlerini, yeteneklerini, yaratımını koyabilen erkeklerden olmalıyım belki de... Tüm kendi başınalığı, özgürlük alanı ve saklı trajedisiyle Odalar’ın, öncelikle bir sanat etkinliği olduğunu, bu heyecan veren uğraşın sonucunu, hayatın benden beklediğini kendime inandırmalıyım belki... Belki de, yaratımın ve tüm sonuçlarını, bu her biri bir tür yanılsama gösterisi olan değerli oyuncaklarımızı, anlam arayageldiğimiz yaşantılarımızın sarılabileceği gösterişli can simitlerini bilen gözlerimi kendime hatırlatmalıyım. Bu sanat etkinliğinin, hiç de “masum” olmayan bir etkinlik olduğunu unutmayıp, benim ve hemen her oda aktaranın hayatını ne kadar değiştirdiğine dair ağır bilgimle yüzleşmeliyim. Bu resimleri yapmamalı, üzerinden atlamalı ve “daha az suçlu” yeni etkinliklerle yoluma devam etmeliyim belki de. Ya da “suç” aramaktan vazgeçebileceğim bir yarına kadar, Odalar’ı, kendi boşluğuyla sarıp sarmalayıp rafıma kaldırmalıyım. Bilmiyorum. Dedim ya, kafam karışık ve yardımınıza ihtiyacım var. Yazdığım her şeyi, yazarken düşünen bir kekemeyim bu gece.
Şu on beş gün içinde, bu sanat etkinliğini yeni öğrenen okurların ve bizzat odalarının resimlerini bekleyen anlatıcılarımın heyecanla beklediği bu devam yazısında bu sıkıştığım hayat/yaratım aralığında bana ne dersiniz?
“Sen sadece dikizci değil teşhirci bir sanatçı da olmuşsun Hakan!” mı dersiniz? “Bunlardan bize ne!” mi dersiniz? Beni küçümser misiniz, bu yaşa gelmiş, olgun ve hayatının merkezine heyecanlı yaratımlarını koyup da kendini araklayamayan bir beceriksiz olduğum için? “Aşk, bedel demektir; unut bu resimleri de kaybedişine yan! Öğren!” mi dersiniz?
Sormasa mıydım?
Kötü bir şey mi yaptım!
Affedilmeyecek miyim?
Geçen yazımda anlattığım sanat etkinliği, elbette ki uzun bir zamana yayıldı. Sözkonusu bu uzun zaman, başka nitelikleri ve özellikleri ile de tanımlanması gereken bir zaman! Öncelikle bana dair bilinmesi gereken kimi şeyler var. (Yazmaktan en korktuğum kısım bu... Ayşe Arman teşhirciliğine düşmeden insan kendinden sözedebiliyor olmalı değil mi?!)
Öncelikle, hayatının merkezine –belki ne iyi ki, belki de ne yazık ki- yaptığı işi, mesleğini, yaratımını, üretimini, çaba ya da hırslarını koyan, koyabilen bir erkek değilim. Yaşantım, hayatımın merkezine sevgi ve aşkın olası tüm biçimlerini koyabilme uğraşıyla geçti. Güven, benim için verilmesi gereken bir şey oldu. Alınması gereken, gereksinilen bir şey değil. En azından böyle sandım ve yaşadım uzun süre. Dil, her olası biçimiyle derdim oldu. Her arkadaşlığım, dostluğum ve aşkım, yeni bir benliğe, varoluşa, gizeme yönelik bir dil yolculuğuydu aynı zamanda. Dil, çok az söz demekti. Ama söz hep önemliydi. Sanatımın ve yaratımımın, dil’in ve onun yolunu açtığı iletişimin ekseninde akması, sanat-oyunlarımın o dilin kalabalık ya da tenha labirentlerinden beslenmesi doğaldı. Odalar, bu deneyimin ve doyumunun, oyun zevkinin, dönüşüm gücünün en yoğun yaşandığı etkinlik oldu. Tehlikeliydi.
On yıl boyunca, hep aynı insanı aşkla sevdim. Onu, içimde çok özel bir yerde korudum, taşıdım, istedim: Bu hayatta, insanın sadece kendisi ile konuştuğunu, konuşabileceğini düşündüğüm, hani hepimizin bir biçimde tanıdık olduğu o en saklı, en derin ve çıplak, kırık, aksak, kekeme dilimi paylaşabildiğim tek insandı. Günler, geceler, haftalar, aylar, yıllar boyunca, inanılmaz zorluklara göğüs gere gere dostluğumuzu sürdürdük; her dilden konuştuk. Nihayet –çok istemiştim- bir gün o da bana aşk cümlesi kurdu. Birlikte olduk.
O birlikteliğin ilk aylarında, katıksız mutluluk, huzur, sevinç ve kıvanç nasıl bir şeymiş nihayet öğrendim ve... durdum.
Durmanın çok biçimi vardır bu hayatta. Ama bir tür durmak vardır ki, onu yaşarken bedeniniz, zihniniz hareket etse de, teninizin altında, yüzünü içinize dönmüş, gözlerini gözlerinize dikmiş, koyu, ağır bir varlığı buram buram hissedersiniz. Kadim sorular sorulur, onlara kadim cevaplar aranır bu duruşta. Bu arada, yanınızdaki (o çok sevilen, nihayet doya doya yaşanan) insanla akan tad da bir yandan aksın istenir ama ne çare! Durulmuştur, sorular ve cevaplar zamanıdır. Günü gelmiştir tehlikeli bir zorunlu yolculuğun.
Tehlike tehlikeyi çağırır.
Tüm sorular ve cevaplar için yola çıkılır. Yolların en yenisi, en sürprizlisi, en şaşırtıcısı, en “uzağı” ve en “tehlikesiz”i sanılır internet.
İşte böyle başladı; oyunbazlığın ve dilin her türüne ilişkin o güçlü donanımın desteği ile ekrana döndüm bir gece ve ilk sorumu sordum. İlk odayı dinledim.
Sanatçının yaratırken kapandığı manastırlarıdır genellikle atölyeler... Benim atölyem bazen, o da bizzat resmin kendisine girişmişsem öyledir. Aylar boyunca, tüm çağrılarım, tüm kabullerim, tüm sorularım, tüm cevaplarımla onlarca insanla, odadan odaya, bedenden bedene, nesneden nesneye, anıdan anıya, halden hale geçtiğim bu 80 şeritli siber otoban ise asla “kapandığım” bir atölye değildi. Kimi sezdi, kimi önemsedi, kimi hiç hissetmedi kendi sesini duyarken (okurken) yaşadığı hazdan dolayı... Ama ben oralardaydım hep. Konu edilmeyen, sorulmayan, odası gezilmeyen, bedeni dinlenmeyen bir insan... Durmuş, bu insandan insana yolculuğunda, kendi kadim sorularına kadim cevaplar arayan bir erkek.
Çok pratik olarak bakarsanız, bu halim, oluşum, tüm diyalogları olağanüstü bezedi. Dikkatim sınırsızdı, sorularım keskin, özenli, detaylı ve ustaydı. Oyunu adım adım kurup yaşarken, her odanın renkleri, dengesi, tadı da yapılanıyordu retinamın ardında. Kayboldum odalarda...
Tam da kaybolduğum yerde, bir ışık büyüdü ve içimde duran o koyu varlığı sildi, tenimin rengi değişti, sesim büyüdü, uzun ve sıradışı yolculuğumun yanı sıra akan kadim cevaplarımı buldum, ve yüzümü ekrandan alıp aşkıma döndüm.
Gördüğüm acımasız bir boşluktu. O gitmişti. Dilimizin yoksullaştığını, tüm enerjimin, başka insanların odalarına, nesnelerine, anılarına, bedenlerine aktığını gördüğü yerde, kendini çok yalnız hissetmiş, bununla başetmeye çabalamış, vazgeçmiş ve gitmişti, içi yana yana.
Masamda yüzlerce sayfa süren diyaloglar, retinamın ardında beni boyalarıma iten rengarenk odalar, ayakta durabilmek için sanatıma el uzatmayı isteyen, çağıran reflekslerim, alışkanlıklarım, gereklilikler, yaşantımın hiçbir şeyi umursamadan akan tüm diğer cepheleri...
En kadim bilgi olarak, hepimizin aslında yalnız olduğu bilgisini, en eski zamanlarda öğrendiğime, zaten bildiğime bile hiç sevinemeyişim...
Kafam karışık ve yardımınıza ihtiyacım var.
Bir sanatçı olarak adım atmam gerekiyorsa, o hayatının merkezine işlerini, yeteneklerini, yaratımını koyabilen erkeklerden olmalıyım belki de... Tüm kendi başınalığı, özgürlük alanı ve saklı trajedisiyle Odalar’ın, öncelikle bir sanat etkinliği olduğunu, bu heyecan veren uğraşın sonucunu, hayatın benden beklediğini kendime inandırmalıyım belki... Belki de, yaratımın ve tüm sonuçlarını, bu her biri bir tür yanılsama gösterisi olan değerli oyuncaklarımızı, anlam arayageldiğimiz yaşantılarımızın sarılabileceği gösterişli can simitlerini bilen gözlerimi kendime hatırlatmalıyım. Bu sanat etkinliğinin, hiç de “masum” olmayan bir etkinlik olduğunu unutmayıp, benim ve hemen her oda aktaranın hayatını ne kadar değiştirdiğine dair ağır bilgimle yüzleşmeliyim. Bu resimleri yapmamalı, üzerinden atlamalı ve “daha az suçlu” yeni etkinliklerle yoluma devam etmeliyim belki de. Ya da “suç” aramaktan vazgeçebileceğim bir yarına kadar, Odalar’ı, kendi boşluğuyla sarıp sarmalayıp rafıma kaldırmalıyım. Bilmiyorum. Dedim ya, kafam karışık ve yardımınıza ihtiyacım var. Yazdığım her şeyi, yazarken düşünen bir kekemeyim bu gece.
Şu on beş gün içinde, bu sanat etkinliğini yeni öğrenen okurların ve bizzat odalarının resimlerini bekleyen anlatıcılarımın heyecanla beklediği bu devam yazısında bu sıkıştığım hayat/yaratım aralığında bana ne dersiniz?
“Sen sadece dikizci değil teşhirci bir sanatçı da olmuşsun Hakan!” mı dersiniz? “Bunlardan bize ne!” mi dersiniz? Beni küçümser misiniz, bu yaşa gelmiş, olgun ve hayatının merkezine heyecanlı yaratımlarını koyup da kendini araklayamayan bir beceriksiz olduğum için? “Aşk, bedel demektir; unut bu resimleri de kaybedişine yan! Öğren!” mi dersiniz?
Sormasa mıydım?
Kötü bir şey mi yaptım!
Affedilmeyecek miyim?
Sağolun; atölyemdeyim!..
“Odalar” ve “Odalar’ın sonu mu?” başlıklı yazılarımın ardından,
L. dedi ki:
Merhaba Hakan,
Doğrudan konuya girmek adına yazınla ilgili düşüncelerimi aktarmak istiyorum.
Fikir istemişsin. Bence Odalar’a devam etmen gerek çünkü bu işi bir noktaya kadar getirmişsin. Her şeyin bir bedeli vardır üstelik.
Bundan sonra yapacağın işlerde belki aklın bunda kalacak; bilmem ne dersin? Yoksa bir süre bundan kopup işin bir süre sonra kendini tekrar çağırmasını da bekleyebilirsin. Kendi payıma yaptığın işin, düşüncelerinin, hayata bakış biçimini bana çok yakın buluyorum. Belki seni fazla tanımıyorum ama yazdıklarından en azından bunu hissediyorum. Bu sanki bir yazarı, bir müzisyeni, bir yönetmeni sevmek gibi bir şey. Bu adam benim tarzımda diyorsun. Örneğin Kieslowski'nin filmlerini 92-93 senelerinde ilk izlediğimde bayılmıştım. O kadar az olanakla mükemmel filmler ortaya koymuş demiştim. Sonra başladım takip etmeye adamı. röportajlarını, diğer filmlerini vs. Ne demek istediğimi anlıyorsundur.
Çok fazla konuştum. Senin kararın önemli çünkü senin hayatına yön veriyor alacağın karar :)
Sevgiler, Saygılar
F. dedi ki:
aslında yalnız olunduğunun bilgisi zifiri, zehirli. içindeki o sarmal derinlikten birkaç basamak yukarı çıkıp yaratını, aşkını, mekanları, anları özlemek- becerilebiliyorsan- o kadar gerçek, o kadar düş, o kadar dolu dolu olabilmek galiba.
o basamakları tırmanmayıverdiğimde düşegitmeyi, ölegitmeyi, devrilmeyi, delirmeyi, herşeyliğe varırken hiçleşmeyi öyle bir “oldum” ki ben.
o yüzden özlersin de ve gidip getirirsin de belki yitirdiğini.
bu kadar.
P. dedi ki:
çok etkilendim hakan............... bilmiyorum şu an için............. çok çırılçıplaksın...... senin önünde soyunan o seksen kişiden de daha çıplaksın şimdi bu yazıda....
beklemezdim ama bunu geleceğini biliyordum. tanıklık inanılmaz bir yalnızlıktır....
darbe alacaksın.... üstelik seni sevmek ve korumak adına yaklaşanlardan alacaksın en büyük darbeleri....
kendinle hesaplaşman bu... inanılmaz etkilendim....
kekemenin şarkısı :)))
ruhuna sor.........bence onun buna ihtiyacı var........ruhun aldıklarının bedelini ödemeden resmetmene izin vermeyecek gibi.......
seni tebrik ediyorum.... beni şaşırttın :))))))))))))))))))))))))))) sen açıldın....her şey açıldı.
sanki önemli bir değişim noktasındasın.....çoğu zaman vazgeçebilmeyi göze aldığımızda..... kabullendiğimizde ortaya çıkanlar bizi şaşırtır....knowing the path and walking it are
different things....
senin öngördüğün onsuz bir yol şimdi.... son on yılda yürümekte olduğun yolun nirengi noktası yok gibi geliyor sana.... ama yürümeye devam et bakalım :)) mecburiyet yerine teslimiyeti
dene.....direnci kaldırırsan acı da biter.
W. dedi ki:
sevgili Hakan.... can dostum..
sana böyle hitap etmeme izin ver lütfen. seni böylesine yakın hissedip anlarken benden esirgeme bunu emi?
...sayfanı düzenli izleyemiyordum.. farkındasındır. ama son yazını okuduğumda onca emeğinin.. üstelik böylesine bedelle ödemesi yapılmış emeğinin bence çok daha fazlasına hakkı var. ve ben odalar çalışmana katılamadığım için gerçekten üzüntü duyuyorum. sen odaları tamamla.. boya...... seninleyim.. daha kimler olur ya da olmaz umursama. bu sensin.. senin yaratın..
ayrıca yalnızlık konusunda da sana katılıyorum.
that's the way it is!
sevgiyle kal Hakan
P. dedi ki:
kendini bu kadar vermek istediğinden emin misin?
ben hiç bir zaman bu kadar açık yazmayacağım için öncelikle bunu sordum. ilk yazından dolayı da hissettiğin ve çözemediğin bazı sorulardan dolayı mı bu kadar açık olmak istedin
okuyucuyu ve onları mı seviyorsun, sanat oyununu mu?
aşkından söz edelim o zaman! ona söyleyemediklerini yazamadıklarını mı yazıyorsun?
neden bu kadar açıksın o zaman sevmediklerine?
ben olsam bunu yayınlamazdım. özeline neden bu
kadar alıyorsun sevmediklerini?
bilmeseler de olur!
bedel ya da risk değil söylemek istediğim...
bunu kendine nasıl kabul ettirdiysen öyle görünecektir tabii ki sana...
bununla yüzleşmen gereken zamana sen karar vereceksin.
A. dedi ki:
sevgiline çok kızıyorum.
bu olaydan dolayı gidebileceğine inanamıyorum...
bu bir sanatın doğuşu...
ve o, doğmadan bir çocuğu yok etmiş. yazı güzel. devam...
yola devam. başladığın işi bitir...
Odalar'ı yarat... emeğine ve kaybına deysin.
Sanatını konuştur...
D. dedi ki:
öncelikle sana şunu söylemeliyim...
belki beni çok yapay bulacaksın, belki çok zayıf...
ama ben günlerdir böylesine burulmamıştım.
sen sadece önündeki eşiği atlayıp atlamamak konusunda şüphe yaşıyorsun. oysa bana sorarsan zaten bir ayağını kaldırmışsın...
bütün yapman gereken karşılığını vermek ve adım atmak...
inanır mısın bilmiyorum... ama ben şu an ağlıyorum.
hayır asla teşhirci değilsin. ASLA.
öyle çok isterdim ki bunu kendi adıma yapabilmeyi.
bencil değilsin
"Aşk, bedel demektir; unut bu resimleri de kaybedişine yan! Öğren!"
bu çok saçma hakan... inan bana. bu çok trajik ve saçma.
demin birine bir soru sordum...
aşkın karşılıklıydı bir ana kadar... şu veya bu sebepten dolayı o zincir koptu... peki hakan, bir zincir ne kadar güçlüdür? söyler misin bana?
ben sana söyleyeyim... bir zincir, en zayıf halkası kadar güçlüdür.
ve sen de, ben de biliyoruz ki o zayıf halka senin değildi.
kendini güzelle gibi bir anlam karıştırmaya çalışmıyorum...
sanat yapmak istiyor olman, yapıyor olman, "sen" olman suç değil.
affedilmeyecek misin?
kötü bir şey yapmadın. bence yapmadın.
anlamsız bir pişmanlık duyuyorsun.
yoksunluk duygun senin yaratıcılığını besleyecekse o zaman duy.
E. dedi ki:
"Odalar" benim son yıllarda tanık olduğum en yürekli ve en zamanına özgü yaşam deneyimi. Ve hayatının merkezinde "yaşamak" olan bir sanatçının diğer insanlar/yaşantılar üzerinden kendini sorguladığı en yaratıcı sanat etkinliği. Yaşam/deneyim/öğrenmek/sanat dizgesini birbirinden kopararak kim sana "bunlardan bize ne Hakan" ya da "sen
teshirci bir sanatçısın" diyebilir.
"Odalar"in ressamı, yaşamını sanata dönüştürebilen, hani OCÇ'nin de yüreğini titretmesi için yana döne aradığı kendi
yüreğini en üst notalara çıkarak anlatabilen ve sokak çocuklarının yanından bile hissiz geçen bizi sonunda "kötü hissettirebilecek" sanatçının ta kendisi.
Asıl biz imzasını atmadığın bu deneyim sırasında düşündüklerini/kekelediklerini ve sonunda kekemeliğinden de sıyrılıp en güzel sesinle anlattıklarını/paylaştıklarını hak edebiliyor muyuz?
Sıkıştığın hayat/yaratım aralığında naçizane yardım önerilerim
şunlardır: (Yardım istediğin için bunca ukalalığı yapacağım )
Ben öykünün bütününe baktığımda "durmak" la yüzleşmiş bir
savaşçı görüyorum. Değil onunla yüzleşmek çoğu insan onunla göz göze gelmeye bile korkar. Örneğin ben ondan delice, ölesiye korkarım ama kendim için değil, sevdiklerim için, onları benden alacak diye. Bazen bir telefon konuşmasında gelir gözlerime bakar... Kala kalırım, telefonun ucundaki sevilen afallar. "Durmak" gitsin diye beklerim. Şimdiye kadar hep gönderdim; çünkü yeterince yürekli değilim. Çünkü bu savaşın
sonunda ödül biliyorum ki; "yalnızlık"... Sense onunla yüzleşmeyi göze alıp sonunda kazandın/kaybettin.
Bence bu öykünün sonu şöyle olmalı: Ressam odalarındaki yalnız/mutsuz ve kablolardan uçuşan sözcüklerdeki duygu
kırıntılarıyla avunmaya çalışan insanların odalarını o kesif yalnızlığı artık resmetmeli ve sonunda ya da yalnızca; "konu edilmeyen, sorulmayan, odası gezilmeyen, bedeni dinlenmeyen
bir insan... durmuş, bu insandan insana yolculuğunda, kendi kadim sorularına kadim cevaplar arayan bir erkek"in odasını, kendi odasını, "duran"i, aşkının erkekle "duran"a bakışını, erkeğin ekrana bakışını ve onun gidişinden geriye kalan erkeği ve odayı çizmeli.
Ben yasadığımız iletişim cennetindeki iletişimsizlik cehennemini ve birbirimize bunca yakınken bunca yalnızlığımızı daha iyi anlatacak bir öykü, bir yaşantı olabileceğini sanmıyorum. Ayrıca
bence daha önemlisi "Duran"ı görmek istiyorum. Onunla savaşmış birinin gözleriyle ve ona verdiği kadim yanıtlarıyla.
Sevgiler,
G. dedi ki:
bu sen değilsin :((((((
şiddetle karşı çıkıyorum.
yeni bir oyun bu ve başrol ilk kez senin. bu kez insanlar sana özenli gizli sorular soracaklar. ama aradıkları hakan o sandıkları itirafçı pişman, odasında değil. hiç sevmedim hiç...
evet yalnızlıktan sıkıldığın bir günün yazısı olmalı bu.
başkasını kabul edemem.
K. dedi ki:
Git Hakan,
Yap... Yaptıkların senin... Yanlış yerden yanlış açıyla çıkan burun kılın gibi senin... Yanlışın bile güzel... Ötesi için... Ne çalışmalarını gördüm ne de seni tanıyorum şu sayfalar harici... Ama anlıyorum...
Üret... sen öyle varsın...
...
Kafan karışmasın... Dünyanın en doğru işini yapıyorsun ve tek kaygın yapacaklarını kestiremeyecek, sıralayamayacak kadar çok dolu olman belki de, bu korkuyla geçmişe bakıp duruyorsun... Yaptın bitti... Git, öteye Hakan, daha öteye...
En iyi olman değil... Senin için "sen" olman olması gerekenin en iyisi...
Ukalalığımı bağışla.
Sevgiyle sağlıcakla mutlu bir yıl geçirmeni dilerim...
C. dedi ki:
okurken ağladım...
yazıyı senden kurtarıp okuyamadım...
sen nasıl her kelimeyi düşünerek yazdıysan, ben de her kelimede durdum.
Seninle birlikte canım yandı...
tarafsız olamadım...
çok içten buldum...
ve de cesur...
ve her zaman olduğu gibi kafamı karıştırdın...
Böylesi paylaşımlardan hep sakınan Hakan niye bu sefer, hem de herkes ile... dostu ya da düşmanı ayırmadan bunu yapıyordu ki... değişen bir şeyler mi vardı... aslında cevabını bildiği bir soruyu mu soruyordu...
“Aşk, bedel demektir; unut bu resimleri de kaybedişine yan! Öğren!” mi dersiniz? (birçok kadın bunu diyecektir!..hatta gidene aferin diyenler bile olacaktır, biliyorsun!)
Sormasa mıydım? (Çok emin değilim...ama bunu yapabiliyor olmandan kurduğum ümit cümleleri var)
Kötü bir şey mi yaptım!
Affedilmeyecek miyim? (bu paylaşım ve öykünün ardından affetmemeleri mümkün mü sence? Çok da bağışlatıcı bir nedenle geliyorsun!)
Bu değişim beni şaşırtıyor Hakan ya! Nedense bu yazının ardından içselliğe attığın hep o müstehzi gülümseyişin geliyor! Ama ben bu değişim görüntüsünden garip bir haz aldım. Hatta bir de elime koz geçirmiş gibi hissediyorum Bu yazıyı 2. kez hatta 2000. kez okuduğumda bile ben hep seni hissedeceğim. Ayıramıyorum ki tüm bildiklerimden ve senden, bir başka göz olmayı beceremedim arkadaşım!
E. dedi ki:
Merhaba. sanallıktan içimiz dışımız kururken yalnız olmadığımızı bildikçe galiba daha da çok bu batağa saplanıyor ve tek başımıza grup nevrozunun doruklarına çıkıyoruz. ancak olan evdeki sevgiliye oluyor. ha internet ha bir game hiç farketmez yanındakini dinlemekten vazgeçtiğin anlarda (aslında biliyorum vazgeçmemişizdir; ancak bir başka yöne doğru yapılan tercih insanı her zaman bir diğerinden uzaklaştırır) hayatın başka yüzü vurur seni. hatırladığın anlarsa vurgunu asıl yediğin andır ki o da pek kısa sürmez. işte o zaman seni sanallık da kurtarmaz zaten. kusuruma bakma kızgınım galiba, ama önemli olan gidenler değil nasıl gittikleridir çoğu zaman. biraz dönüp buna bak. bütün cevapları orada bulacaksın. henüz bir e-mail adresim yok. bilemiyorum bu sana ulaşacak mı? ama uzun yolda bin yılda sana bir şans daha tanınması dileğiyle .....
S. dedi ki:
yormuş seni bu yazı.
ağır, içime oturdu.
seni rahatlattı mı peki yazmak?
ilk yazıdan sonra seni az biraz tanıyan herkes zaten bunu bekliyor. bekleyenler anlayacaktır, beklemeyenler de önemsiz zaten :)
renklerin ne güzel ağır adam.
Eski sevgili dedi ki:
Gerek Kekeme’deki, gerek Soluk’taki yazılarına çok kızdım.
Bu sen değilsin. Ben binlerce insana bu yazıları yazan Hakan’ı tanımıyorum. Uzun, çok uzun bir süre beni arama!
Hakan Akçura dedi ki:
Hafifledim. Şaşırdım. Utandım. Korktum. Üzüldüm. Hiddetlendim. Sakinleştim. Su kaplarımı doldurdum. Tuvalimi gerdim. Fırçalarımı temizledim. Atölyemdeyim. Sağolun.
Geçtiğimiz yıl ne kadar acı, ağır bir deneyim ise, o kadar da gerekliydi...
İçimizdeki dengeye, ışığa, benliğimizin sınırsız renklerine daha dost, çıplak, eşit bir yerden bakmamızı sağlamak için...
Yalnız olduğumuz kadar çoğul bir insanlık, inanılmaz haksız ve insafsız davrandığımız bir yerküre, unutmak üzere olduğumuz bu inanılmaz gökyüzü, bu evren ve aşk, kendini hatırlattı... Yaşanmalıydı.
Unutmamak üzere. İyi olun... 2000'de.
L. dedi ki:
Merhaba Hakan,
Doğrudan konuya girmek adına yazınla ilgili düşüncelerimi aktarmak istiyorum.
Fikir istemişsin. Bence Odalar’a devam etmen gerek çünkü bu işi bir noktaya kadar getirmişsin. Her şeyin bir bedeli vardır üstelik.
Bundan sonra yapacağın işlerde belki aklın bunda kalacak; bilmem ne dersin? Yoksa bir süre bundan kopup işin bir süre sonra kendini tekrar çağırmasını da bekleyebilirsin. Kendi payıma yaptığın işin, düşüncelerinin, hayata bakış biçimini bana çok yakın buluyorum. Belki seni fazla tanımıyorum ama yazdıklarından en azından bunu hissediyorum. Bu sanki bir yazarı, bir müzisyeni, bir yönetmeni sevmek gibi bir şey. Bu adam benim tarzımda diyorsun. Örneğin Kieslowski'nin filmlerini 92-93 senelerinde ilk izlediğimde bayılmıştım. O kadar az olanakla mükemmel filmler ortaya koymuş demiştim. Sonra başladım takip etmeye adamı. röportajlarını, diğer filmlerini vs. Ne demek istediğimi anlıyorsundur.
Çok fazla konuştum. Senin kararın önemli çünkü senin hayatına yön veriyor alacağın karar :)
Sevgiler, Saygılar
F. dedi ki:
aslında yalnız olunduğunun bilgisi zifiri, zehirli. içindeki o sarmal derinlikten birkaç basamak yukarı çıkıp yaratını, aşkını, mekanları, anları özlemek- becerilebiliyorsan- o kadar gerçek, o kadar düş, o kadar dolu dolu olabilmek galiba.
o basamakları tırmanmayıverdiğimde düşegitmeyi, ölegitmeyi, devrilmeyi, delirmeyi, herşeyliğe varırken hiçleşmeyi öyle bir “oldum” ki ben.
o yüzden özlersin de ve gidip getirirsin de belki yitirdiğini.
bu kadar.
P. dedi ki:
çok etkilendim hakan............... bilmiyorum şu an için............. çok çırılçıplaksın...... senin önünde soyunan o seksen kişiden de daha çıplaksın şimdi bu yazıda....
beklemezdim ama bunu geleceğini biliyordum. tanıklık inanılmaz bir yalnızlıktır....
darbe alacaksın.... üstelik seni sevmek ve korumak adına yaklaşanlardan alacaksın en büyük darbeleri....
kendinle hesaplaşman bu... inanılmaz etkilendim....
kekemenin şarkısı :)))
ruhuna sor.........bence onun buna ihtiyacı var........ruhun aldıklarının bedelini ödemeden resmetmene izin vermeyecek gibi.......
seni tebrik ediyorum.... beni şaşırttın :))))))))))))))))))))))))))) sen açıldın....her şey açıldı.
sanki önemli bir değişim noktasındasın.....çoğu zaman vazgeçebilmeyi göze aldığımızda..... kabullendiğimizde ortaya çıkanlar bizi şaşırtır....knowing the path and walking it are
different things....
senin öngördüğün onsuz bir yol şimdi.... son on yılda yürümekte olduğun yolun nirengi noktası yok gibi geliyor sana.... ama yürümeye devam et bakalım :)) mecburiyet yerine teslimiyeti
dene.....direnci kaldırırsan acı da biter.
W. dedi ki:
sevgili Hakan.... can dostum..
sana böyle hitap etmeme izin ver lütfen. seni böylesine yakın hissedip anlarken benden esirgeme bunu emi?
...sayfanı düzenli izleyemiyordum.. farkındasındır. ama son yazını okuduğumda onca emeğinin.. üstelik böylesine bedelle ödemesi yapılmış emeğinin bence çok daha fazlasına hakkı var. ve ben odalar çalışmana katılamadığım için gerçekten üzüntü duyuyorum. sen odaları tamamla.. boya...... seninleyim.. daha kimler olur ya da olmaz umursama. bu sensin.. senin yaratın..
ayrıca yalnızlık konusunda da sana katılıyorum.
that's the way it is!
sevgiyle kal Hakan
P. dedi ki:
kendini bu kadar vermek istediğinden emin misin?
ben hiç bir zaman bu kadar açık yazmayacağım için öncelikle bunu sordum. ilk yazından dolayı da hissettiğin ve çözemediğin bazı sorulardan dolayı mı bu kadar açık olmak istedin
okuyucuyu ve onları mı seviyorsun, sanat oyununu mu?
aşkından söz edelim o zaman! ona söyleyemediklerini yazamadıklarını mı yazıyorsun?
neden bu kadar açıksın o zaman sevmediklerine?
ben olsam bunu yayınlamazdım. özeline neden bu
kadar alıyorsun sevmediklerini?
bilmeseler de olur!
bedel ya da risk değil söylemek istediğim...
bunu kendine nasıl kabul ettirdiysen öyle görünecektir tabii ki sana...
bununla yüzleşmen gereken zamana sen karar vereceksin.
A. dedi ki:
sevgiline çok kızıyorum.
bu olaydan dolayı gidebileceğine inanamıyorum...
bu bir sanatın doğuşu...
ve o, doğmadan bir çocuğu yok etmiş. yazı güzel. devam...
yola devam. başladığın işi bitir...
Odalar'ı yarat... emeğine ve kaybına deysin.
Sanatını konuştur...
D. dedi ki:
öncelikle sana şunu söylemeliyim...
belki beni çok yapay bulacaksın, belki çok zayıf...
ama ben günlerdir böylesine burulmamıştım.
sen sadece önündeki eşiği atlayıp atlamamak konusunda şüphe yaşıyorsun. oysa bana sorarsan zaten bir ayağını kaldırmışsın...
bütün yapman gereken karşılığını vermek ve adım atmak...
inanır mısın bilmiyorum... ama ben şu an ağlıyorum.
hayır asla teşhirci değilsin. ASLA.
öyle çok isterdim ki bunu kendi adıma yapabilmeyi.
bencil değilsin
"Aşk, bedel demektir; unut bu resimleri de kaybedişine yan! Öğren!"
bu çok saçma hakan... inan bana. bu çok trajik ve saçma.
demin birine bir soru sordum...
aşkın karşılıklıydı bir ana kadar... şu veya bu sebepten dolayı o zincir koptu... peki hakan, bir zincir ne kadar güçlüdür? söyler misin bana?
ben sana söyleyeyim... bir zincir, en zayıf halkası kadar güçlüdür.
ve sen de, ben de biliyoruz ki o zayıf halka senin değildi.
kendini güzelle gibi bir anlam karıştırmaya çalışmıyorum...
sanat yapmak istiyor olman, yapıyor olman, "sen" olman suç değil.
affedilmeyecek misin?
kötü bir şey yapmadın. bence yapmadın.
anlamsız bir pişmanlık duyuyorsun.
yoksunluk duygun senin yaratıcılığını besleyecekse o zaman duy.
E. dedi ki:
"Odalar" benim son yıllarda tanık olduğum en yürekli ve en zamanına özgü yaşam deneyimi. Ve hayatının merkezinde "yaşamak" olan bir sanatçının diğer insanlar/yaşantılar üzerinden kendini sorguladığı en yaratıcı sanat etkinliği. Yaşam/deneyim/öğrenmek/sanat dizgesini birbirinden kopararak kim sana "bunlardan bize ne Hakan" ya da "sen
teshirci bir sanatçısın" diyebilir.
"Odalar"in ressamı, yaşamını sanata dönüştürebilen, hani OCÇ'nin de yüreğini titretmesi için yana döne aradığı kendi
yüreğini en üst notalara çıkarak anlatabilen ve sokak çocuklarının yanından bile hissiz geçen bizi sonunda "kötü hissettirebilecek" sanatçının ta kendisi.
Asıl biz imzasını atmadığın bu deneyim sırasında düşündüklerini/kekelediklerini ve sonunda kekemeliğinden de sıyrılıp en güzel sesinle anlattıklarını/paylaştıklarını hak edebiliyor muyuz?
Sıkıştığın hayat/yaratım aralığında naçizane yardım önerilerim
şunlardır: (Yardım istediğin için bunca ukalalığı yapacağım )
Ben öykünün bütününe baktığımda "durmak" la yüzleşmiş bir
savaşçı görüyorum. Değil onunla yüzleşmek çoğu insan onunla göz göze gelmeye bile korkar. Örneğin ben ondan delice, ölesiye korkarım ama kendim için değil, sevdiklerim için, onları benden alacak diye. Bazen bir telefon konuşmasında gelir gözlerime bakar... Kala kalırım, telefonun ucundaki sevilen afallar. "Durmak" gitsin diye beklerim. Şimdiye kadar hep gönderdim; çünkü yeterince yürekli değilim. Çünkü bu savaşın
sonunda ödül biliyorum ki; "yalnızlık"... Sense onunla yüzleşmeyi göze alıp sonunda kazandın/kaybettin.
Bence bu öykünün sonu şöyle olmalı: Ressam odalarındaki yalnız/mutsuz ve kablolardan uçuşan sözcüklerdeki duygu
kırıntılarıyla avunmaya çalışan insanların odalarını o kesif yalnızlığı artık resmetmeli ve sonunda ya da yalnızca; "konu edilmeyen, sorulmayan, odası gezilmeyen, bedeni dinlenmeyen
bir insan... durmuş, bu insandan insana yolculuğunda, kendi kadim sorularına kadim cevaplar arayan bir erkek"in odasını, kendi odasını, "duran"i, aşkının erkekle "duran"a bakışını, erkeğin ekrana bakışını ve onun gidişinden geriye kalan erkeği ve odayı çizmeli.
Ben yasadığımız iletişim cennetindeki iletişimsizlik cehennemini ve birbirimize bunca yakınken bunca yalnızlığımızı daha iyi anlatacak bir öykü, bir yaşantı olabileceğini sanmıyorum. Ayrıca
bence daha önemlisi "Duran"ı görmek istiyorum. Onunla savaşmış birinin gözleriyle ve ona verdiği kadim yanıtlarıyla.
Sevgiler,
G. dedi ki:
bu sen değilsin :((((((
şiddetle karşı çıkıyorum.
yeni bir oyun bu ve başrol ilk kez senin. bu kez insanlar sana özenli gizli sorular soracaklar. ama aradıkları hakan o sandıkları itirafçı pişman, odasında değil. hiç sevmedim hiç...
evet yalnızlıktan sıkıldığın bir günün yazısı olmalı bu.
başkasını kabul edemem.
K. dedi ki:
Git Hakan,
Yap... Yaptıkların senin... Yanlış yerden yanlış açıyla çıkan burun kılın gibi senin... Yanlışın bile güzel... Ötesi için... Ne çalışmalarını gördüm ne de seni tanıyorum şu sayfalar harici... Ama anlıyorum...
Üret... sen öyle varsın...
...
Kafan karışmasın... Dünyanın en doğru işini yapıyorsun ve tek kaygın yapacaklarını kestiremeyecek, sıralayamayacak kadar çok dolu olman belki de, bu korkuyla geçmişe bakıp duruyorsun... Yaptın bitti... Git, öteye Hakan, daha öteye...
En iyi olman değil... Senin için "sen" olman olması gerekenin en iyisi...
Ukalalığımı bağışla.
Sevgiyle sağlıcakla mutlu bir yıl geçirmeni dilerim...
C. dedi ki:
okurken ağladım...
yazıyı senden kurtarıp okuyamadım...
sen nasıl her kelimeyi düşünerek yazdıysan, ben de her kelimede durdum.
Seninle birlikte canım yandı...
tarafsız olamadım...
çok içten buldum...
ve de cesur...
ve her zaman olduğu gibi kafamı karıştırdın...
Böylesi paylaşımlardan hep sakınan Hakan niye bu sefer, hem de herkes ile... dostu ya da düşmanı ayırmadan bunu yapıyordu ki... değişen bir şeyler mi vardı... aslında cevabını bildiği bir soruyu mu soruyordu...
“Aşk, bedel demektir; unut bu resimleri de kaybedişine yan! Öğren!” mi dersiniz? (birçok kadın bunu diyecektir!..hatta gidene aferin diyenler bile olacaktır, biliyorsun!)
Sormasa mıydım? (Çok emin değilim...ama bunu yapabiliyor olmandan kurduğum ümit cümleleri var)
Kötü bir şey mi yaptım!
Affedilmeyecek miyim? (bu paylaşım ve öykünün ardından affetmemeleri mümkün mü sence? Çok da bağışlatıcı bir nedenle geliyorsun!)
Bu değişim beni şaşırtıyor Hakan ya! Nedense bu yazının ardından içselliğe attığın hep o müstehzi gülümseyişin geliyor! Ama ben bu değişim görüntüsünden garip bir haz aldım. Hatta bir de elime koz geçirmiş gibi hissediyorum Bu yazıyı 2. kez hatta 2000. kez okuduğumda bile ben hep seni hissedeceğim. Ayıramıyorum ki tüm bildiklerimden ve senden, bir başka göz olmayı beceremedim arkadaşım!
E. dedi ki:
Merhaba. sanallıktan içimiz dışımız kururken yalnız olmadığımızı bildikçe galiba daha da çok bu batağa saplanıyor ve tek başımıza grup nevrozunun doruklarına çıkıyoruz. ancak olan evdeki sevgiliye oluyor. ha internet ha bir game hiç farketmez yanındakini dinlemekten vazgeçtiğin anlarda (aslında biliyorum vazgeçmemişizdir; ancak bir başka yöne doğru yapılan tercih insanı her zaman bir diğerinden uzaklaştırır) hayatın başka yüzü vurur seni. hatırladığın anlarsa vurgunu asıl yediğin andır ki o da pek kısa sürmez. işte o zaman seni sanallık da kurtarmaz zaten. kusuruma bakma kızgınım galiba, ama önemli olan gidenler değil nasıl gittikleridir çoğu zaman. biraz dönüp buna bak. bütün cevapları orada bulacaksın. henüz bir e-mail adresim yok. bilemiyorum bu sana ulaşacak mı? ama uzun yolda bin yılda sana bir şans daha tanınması dileğiyle .....
S. dedi ki:
yormuş seni bu yazı.
ağır, içime oturdu.
seni rahatlattı mı peki yazmak?
ilk yazıdan sonra seni az biraz tanıyan herkes zaten bunu bekliyor. bekleyenler anlayacaktır, beklemeyenler de önemsiz zaten :)
renklerin ne güzel ağır adam.
Eski sevgili dedi ki:
Gerek Kekeme’deki, gerek Soluk’taki yazılarına çok kızdım.
Bu sen değilsin. Ben binlerce insana bu yazıları yazan Hakan’ı tanımıyorum. Uzun, çok uzun bir süre beni arama!
Hakan Akçura dedi ki:
Hafifledim. Şaşırdım. Utandım. Korktum. Üzüldüm. Hiddetlendim. Sakinleştim. Su kaplarımı doldurdum. Tuvalimi gerdim. Fırçalarımı temizledim. Atölyemdeyim. Sağolun.
Geçtiğimiz yıl ne kadar acı, ağır bir deneyim ise, o kadar da gerekliydi...
İçimizdeki dengeye, ışığa, benliğimizin sınırsız renklerine daha dost, çıplak, eşit bir yerden bakmamızı sağlamak için...
Yalnız olduğumuz kadar çoğul bir insanlık, inanılmaz haksız ve insafsız davrandığımız bir yerküre, unutmak üzere olduğumuz bu inanılmaz gökyüzü, bu evren ve aşk, kendini hatırlattı... Yaşanmalıydı.
Unutmamak üzere. İyi olun... 2000'de.
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)